29 Nisan 2011

The Life of David Gale

Dikkat: Bu yazı “The Life of David Gale” filmi için spoiler içerebilir.


2003 yapımı “The Life of David Gale” filminin analizini yapacağız bugün. Türkçesi ise Ölümle Yaşam Arasında. Filmin yönetmeni Alan Parker. Oyuncular ise Kevin Spacey, Kate Winslet ve Laura Linney.

Bu filmi ilk olarak sinemada izlemiştim ve hiçbir filmin sonundan bu kadar etkilenmediğimi çok iyi hatırlıyorum. Bir insanın inandığı, benimsediği bir şey uğrunda çabalaması hep etkilemiştir beni. Bununla ilgili anlatacağım bence en önemli olay; 20 yaşında ölen Fransız matematikçi Évariste Galois’nin ölmeden önceki gece, ertesi gün öleceğini bile bile, sabaha kadar hiç durmadan aklında matematikle ilgili ne varsa kaleme almasıdır. O gece yazdıkları, hala günümüzde kullandığımız 2. derece ve üstü polinomların çözümünde kullanılmaktadır. Yazdığı dönem için ise, birçok çözülemeyen problemin çözümüne katkı sağlamıştır. Ertesi gün öleceğini bilmesinin sebebi ise eline daha önce hiç silah almamıştır ve bir düelloya çıkacaktır. Ertesi gün vurulur ve bir gün hastanede yattıktan sonra henüz 20 yaşındayken ölür. Ölmeden önce kardeşine son sözleri şu şekilde olmuştur:

                Ne pleure pas, Alfred ! J'ai besoin de tout mon courage pour mourir à vingt ans!


Anlamı için kısa bir google araması benim tercümemden daha faydalı olacaktır. Galois öleceğini biliyordu ve inandığı, sevdiği matematik için ayırmıştı son anlarını. Filmde David Gale’in de kaybedecek bir şeyi kalmamıştı, Constance’ın da aynı şekilde. Her ikisi de mücadele ettiği, inandığı şey uğrunda son anlarına kadar savaştılar, daha da önemlisi kendilerini feda ettiler.

Filmlerin genel hatlarıyla konusunun iyi olması hiçbir zaman yeterli değildir. Konunun anlatılırken ne kadar inandırıcı olduğudur önemli olan. Bu filmdeki kurguyu hazırlayan David Gale ve Constance hayatlarının en güzel yerinde almıyorlar ölüm kararını, aksi halde inandırıcı olmazdı. David Gale, üniversiteden atılmış, eşi tarafından terk edilmiş, çocuğunu görememektedir. Constance ise kanserdir ve zaten az bir ömrü kalmıştır. Bu sebeplerden dolayı film inandırıcıdır, bu sebeplerden dolayı filmin sonunda iliklerime kadar irkilmiştim.

Herkeste aynı etkiyi bırakmadığını biliyorum bu filmin, hayat görüşü sanırım. :) Son bir not; Geceyarısı Ekspresi filminden dolayı Alan Parker Türkiye'de pek sevilmez.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 8,5/10





28 Nisan 2011

The Next Three Days

Yazılarımıza yine gösterimi devam eden bir filmle devam ediyoruz; The Next Three Days, Türkçe’ye çevrilen adıyla Kaçış Planı. Filmin yönetmeni benim çok beğendiğim, usta senaryo yazarı ve ilk ciddi yönetmenlik denemesinde Crash filmiyle güçlü rakiplere karşı Oscar ödülü kazanan Paul Haggis. Başrollerde ise Russell Crowe ve Elizabeth Banks var. Elizabeth Banks aklımda hep Catch Me If You Can filmindeki süper gülüşüyle kaldığı için kendisini çok severim. Russell Crowe ise kaliteli yapımlarda kaliteli rolleri canlandırdığı için filmlerini izlemeye özen gösteririm, ama kendisine nedense pek ısınamadım bir türlü. Mel Gibson Braveheart ile en iyi erkek oyuncu Oscar’ı alamazken nasıl olur da bu adam Gladyatör ile Oscar alır diye kızmıştım zamanında, sanırım aklımın bir yerinde kalmış o düşünce. :)

Filmin konusuna gelince, çok öle ilginç bir konusu yok. Adamın karısı hapse giriyor, zaman zaman seyirciyi şaşırtsa da adam kadının suçsuz olduğuna inanıyor ve bir süre geçtikten sonra karısını hapishaneden kurtarması gerektiğine karar veriyor, veriyor ama bu konuda ne bir yeteneği ne de bir bilgisi var. İşte benim için filmi güzel kılan her şey buradan sonra başlıyor.

Russell Crowe’un oynadığı John Brennan karakteri, hapishaneden kaçma konusunda deneyimli, filmde çok kısa bir rolle karşımıza çıkan Liam Neeson ile buluşuyor. Liam Neeson adama neye ihtiyacı olduğunu, nasıl davranması gerektiğini, neleri göze alması gerektiğini anlatıyor ve bir daha filmde görmüyor kendisini. Bir an sandım ki; şimdi Russell Crowe bir dâhiye, bir ramboya dönüşecek ve süper ötesi, akıllara zarar bir planla karısını kurtaracak ve hepimizi mutlu edecek. Ama hiç de öyle olmuyor, gayet çaresiz, acemi ama her şeyi göze alan bir adam izliyoruz filmde. Bir sürü de hata yapıyor, normalde herkesin yapabileceği hatalar. Yani film normal bir insanı anlatıyor, süper kahraman hikâyesi anlatmıyor.

Filmin Liam Neeson ile birlikte diğer güzel tarafı ise Olivia Wilde. The O.C. dizisini hiç izlemedim ama bir House hayranı olarak Olivia Wilde’ı bu filmde görmek güzel oldu. :)

Film için İzle ve Yorumla puanı: 7/10



Season of the Witch

Şeytan Çıkarma filmlerine daha önce “The Rite” filminde değinmiştik. Bu sefer yine şeytan çıkarma üzerine ama farklı bir tür var karşımızda. Öncelikle yönetmen ve oyunculara değinelim:

Filmin yönetmeni Dominic Sena. Sinema sektörüne bomba gibi girdiği ilk filmi Kalifornia’dan sonra ele avuca gelir güzel bir film yapamamış bir yönetmen kendisi. Bundan önceki son filmi konu olarak ilginç başlayıp sonlara doğru sıradanlaşan, hikayesi Antarktika’da geçen “Whiteout” isimli bir aksiyon/gerilim filmi. Cadılar Zamanı filminin başrollerinde Nicolas Cage ve Ron Perlman oynuyor. Rol Perlman, son zamanlarda Hellboy filmleri hariç genellikle zayıf yapımlardaki rolleriyle karşımıza çıkıyor. Bu filmde de Nicolas Cage ile beraber 2 haçlı savaşçısını canlandırıyorlar. Cehennem Silahı filmlerinden alışık olduğumuz birbiriyle didişen ikili tiplemesi bu filmde de var. Ancak, her iki oyuncu da bu konuda yeteneksiz ve sevimsiz olduklarından bu olay bu filmde tutmamış, hatta bazı yerlerde çok yapmacık olduğundan sırıtıyor, rahatsız ediyor. Nicolas Cage ise, son dönemdeki ucuz rollerinden birini daha oynamış. Komik olmadığını öğrenmesi sanırım uzun yıllar alacak ama sabırla bekliyoruz ciddi rollerle karşımıza çıkmasını.

Filmde 2 haçlı askeri, kara ölüm vebanın pençesinde kıvranan memleketini bulmaya çalışmaktadır. Ancak bu yolda ilerlerken bir kasabada esir düşerler ve esaretten kurtulmaları için tek şansları cadılıkla suçlanan bir kadını bir manastıra götürmektir. Yanlarına 2-3 kişiyi daha alıp yola koyulurlar. Bundan sonrası bilindik yol hikâyesi, başlarına bi dolu talihsizlik gelir, bazıları ölür, hatta en bilindik yıkılmak üzere olan bir köprü bile vardır filmde.

Sonuç olarak, bol klişeli, kalitesiz, efekt yoksunu, ne aksiyon, ne macera, ne gerilim ne de korku filmi olmayı becerememiş bir film var karşımızda. Bazı filmler vardır konu dandiktir, oyunculuk kötüdür ama bi efekt olur, bi aksiyon olur film idare ediyor bir şekilde, ama bu filmde bunların hiçbiri yok. Yine de bizce izlenebilir seviye olan 5 puanı hak ediyor film. :)

Film için İzle ve Yorumla puanı: 5/10



12 Angry Men

Bazı filmleri tekrar tekrar izlemeyi severim. 12 Angry Men, ya da 12 Kızgın Adam, da bu filmlerden bir tanesi. 2-3 senede bir aklıma gelince mutlaka izlerim, her izlediğimde başka bir diyalog başka bir detay fark ederim. Yakın zamanda aramızdan ayrılan Sidney Lumet’nin yönettiği bir başyapıt bu film. 1957 yapımıdır. Yeni nesil, hem siyah beyaz olmasından hem de eski bir yapım olmasından dolayı filme önyargıyla yaklaşıyorlar sanırım. Bu film de Esaretin Bedeli gibi gişede çok dikkat çekmemiş ama zamanla değeri anlaşılmıştır.

Filmin konusu kısaca şöyle; kenar mahallede yaşayan bir genç babasını öldürmekle suçlanmaktadır. Mahkeme sona ermiştir ve 12 jüri üyesi karar vermek için odasına çekilmiştir ve usul gereği ilk oylama yapılır. 11 kişi suçlu bir kişi ise suçsuz demektedir. Aslında Henry Fonda’nın canlandırdığı o bir kişi de suçsuz olduğunu düşünmemektedir ama aklında soru işareti yaratan bazı konuların konuşulması gerektiğini düşünmektedir. Baskılara rağmen anlatmaya başlar ve diğer 11 jüri üyesinin film boyunca fikrilerinin nasıl şekillendiğine tanık oluruz.

Film bir odada sadece 12 kişiyle çekilmiştir. Siyah beyazdır. Ama ilk 5 dakika sonrasında kimsenin filmin rengini fark ettiğini sanmıyorum. O kadar önemli noktalar var ki filmde, bizim Türk dizilerinde insanı gözüne soka soka verilen mesajların aksine bu filmde anlatılmak istenenler en gerçekçi en doğal haliyle anlatılmış. Henry Fonda’nın canlandırdığı 8 numaralı jüri üyesinin 11 kişiye karşı fikrini savunabilmesi bence filmin en önemli mesajıdır. Grup dinamikleri ve fikir ayrılığı uzlaşmaları konularında birçok üniversitede derslerde gösterilmektedir bu film. Bu, filmi izleyen için daha beğenilir yapmaz elbette ama filmi daha değerli yapar herhalde.

Film için İzle ve Yorumla notumuz: 8,5/10



27 Nisan 2011

London Boulevard

Dikkat: Bu yazı “London Boulevard” filmi için spoiler içerebilir.

London Boulevard, Colin Farrell, Keira Knightley ve Ray Winstone üçlüsünün başrolü paylaştığı bir İngiliz gangster, suç filmi. İngiliz filmlerini çok severim, İngiliz gangster filmlerini daha da çok severim, bir de bu üçlü olunca daha filme başlamadan beklentilerim tavan yaptı.

Birçokları gibi ben de sert İngiliz aksanını seviyorum. O yüzden İngiliz filmleri ne kadar sıkıcı olursa olsun, izlerken tüm dikkatimi veririm filme ister istemez.

Filmde Mitchel, hapishaneden yeni çıkmış, zamanında pis işlere bulaşmış, ancak bir şekilde hapse girmesine sebep olan çevreden uzaklaşma niyetinde olan bir gangster adayıdır. Olaylar bir şekilde onu istemediği kişi olmaya sürükler ve olaylar gelişir. :) Film klişelerden kaçınmaya özen göstermiş, bir filmde bir silah gösterilirse, filmin bir yerinde o silah mutlaka patlar, ama bu filmde o silah çoğunlukla patlamıyor. Yine de gangster filmlerinin birçok klişesi filmde mevcut; iyiliksever ama öldürmekten çekinmeyen adam gibi.

Bazı istisnalar hariç, filmlerde zorlama iyi sonları hiç sevmem. Filmin gidişatı itibariyle mutlu son olacaksa ona itirazım yok ama filmin sonunda 40 kişiyle çatışmaya girip de ölmeden oğluna ya da sevgilisine kavuşmayla biten filmleri çok sevemiyorum. Bu açıdan da bu film geçer not alıyor benden. Daha fazla detaya girmek istemem, zira spoiler uyarısı vermeme rağmen meraklı gözlerin bu satırları okuduğuna eminim. :)

Oyuncuların rol yapma yetenekleri konusunda sadece bu filme özel değil, çoğunlukla yorum yapmayı düşünmüyorum, zira bu konuda kendimi çok bilgili görmüyorum. Yani, 10 üzerinden 5 oynayan birisiyle 7 oynayan birisini çok ayırt edebileceğimi sanmıyorum, ama 10’luk birilerini görürsem mutlaka yazarım o ayrı. :)

Film için İzle ve Yorumla notumuz: 7,5/10



The Rite

Dikkat: Bu yazı “The Fourth Kind” filmi için spoiler içerebilir.

Blogumuza Türkçe’ye Ayin adıyla çevrilen “The Rite” filmiyle başlayalım dedik. Ben korku türü filmlerden pek hoşlanmasam da Anthony Hopkins yüzü suyu hürmetine izleyeyim dedim. Colin O’Donoghue başrolü Anthony Hopkins ile paylaşırken Alice Braga da yan rolde gözlerden kaçmadı.

Korku filmlerinin gerçekten korkutucu olması için ya dini öğeler barındırması ya da konuyu uzaylı olmayan doğaüstü olaylara bağlaması gerekiyor. Aksi halde insanlar sadece film süresinde olacak ani ses ve bilgisayar efektlerinden irkilecek ama o an geçtikten sonra bunun bir etkisi kalmayacaktır. Uzaylı konusu da tamamen farklı bir olay, buna en iyi örnek olarak Milla Jovovich’in oynadığı “The Fourth Kind” filmi gösterilebilir. Sonunu uzaylılara değil de dine bağlamış olsaydı, gerçekten etkili olabilecek bir filmdi. İlerde belki bu filmle ilgili olarak da bir şeyler yazarız.

Ayin filmine gelince, film fena değil. Beklenti yüksek olmadıktan sonra hayal kırıklığına uğratmaz diye düşünüyorum. Korku klişelerine bolca rastlamak mümkün film boyunca. Şeytan çıkarma filmleri son dönemde yine popülarite kazanmaya başladı, bakalım arkası gelecek mi? Dediğim gibi benim korku filmleri için beğenme çıtam çok yukarda olduğu için bu filmi vasat buldum ama türden hoşlananlar için korku filmi kıtlığının yaşandığı bu dönemde izlenmeye değer diye düşünüyorum. Başrolde oynayan arkadaş pek meşhur olmasa da filmi idare ediyor. Bu filmin hızıyla 1-2 sene iyi iş yapar diye düşünüyorum.

Film için İzle ve Yorumla notumuz: 6,5/10


    
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...