29 Mayıs 2011

Pirates of the Caribbean: On Stranger Tides

Dün sinemada Karayip Korsanları’nın son filminin RealD 3D versiyonunu izledim. Filmden ya da konusundan bahsetmeye gerek yok, zaten birçokları benden iyi anlatır oyuncuları ve filmin konusunu.

İlk olarak 3D ile başlamak istiyorum. Filmin ilk 10 dakikasından sonra 3 boyutla versiyonda izlediğim için pişman oldum. Film 3 boyutlu olmanın hakkını vermediği gibi 2 saat o rahatsız gözlükleri takmak zorunda kaldık. 1-2 görüntü dışında zaten 3 boyutlu bir şey yoktu filmde. Altyazılar hariç (!). Avatar’la zaten kıyaslanmaz bu bakımdan ama filmden önce gösterilen Transformers fragmanında bile daha fazla 3 boyutlu efekt vardı. Bu ara moda oldu bu 3 boyut işi, bence çok özel görüntüler olmayacaksa filmlerin 3 boyutla gösterime girmelerine gerek yok.

Filme gelince, ben çok beğenmedim. En az komik ve en çok yapmacık Jack Sparrow’u izledik serinin bu filminde. Filmde serinin karakteristik özelliklerinden komiklik çok azdı, aslında yapılmaya çalışılmış ama olmamış. Ayrıca çok zeki bir filmde değildi doğrusu. Sadece filmin başlarında Jack’in kaçış sahnesinde biraz zeka belirtisi gördük o kadar, gerisi zayıf yazılmış ve yönetilmiş bir gişe filmi. Filmde çok fazla macera, aksiyon, kocalamaca vs. de yoktu açıkçası, ya da ben göremedim gözlüklerden dolayı. :)

Penelope Cruz’u ben çok beğenmedim filmde ama yanlış bir seçim olduğunu düşünmüyorum, normalde severim ama bu filmde pek olmamış, belki ilk gördüğümüz sahnede bıyıklı olmasının da bunda etkisi olmuştur.


Filmin en güzel bölümü denizkızlarının saldırma kısmıydı. Serinin çok büyük hayranı değilim, o yüzden izlemesem de çok şey kaybetmezdim sanırım. Ama yine de sıkmayan, orta eğlencede bir film izlemek isterseniz bu kıtlık döneminde bu film faydalı olabilir.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 6,5/10




27 Mayıs 2011

The Mentalist 3. Sezon Finali

Daha önce kısa bir incelemesini yaptığımız The Mentalist’in 3. sezon finalini yorumlayacağız bugün. Bölümü izlememiş olanların yazının bundan sonrasını okumamaları kendi yararlarına olacaktır. Zira spoiler vermeden bu bölümü anlatmak mümkün değil.

Dizinin finali normal bölümlerin iki katı uzunluktaydı. Açıkçası izlemeye başlamadan önce çok heyecanlıydım. Belki de Lost’un finali öncesi duyduğum heyecan kadar yüksekti. Çünkü, Jane ve Red John’un bu bölümde karşılaşacaklarını izlemeden önce biliyorduk.

Bölümü izlemeye başlayınca ilk yarım saatte biraz hayal kırıklığına uğradım doğrusu, konunun bir süre sonra Red John’a bağlanacağını bilsem de izlerken ilk yarım saatlik bölümden çok memnun kalmadım. Ancak daha sonra olayların bir şekilde Hightower’a ve sonrasında Red John’a bağlanması çok güzeldi.

Bölümün son 7 dakikası Jane ve Red John arasında geçiyor. Jane’in heyecanını yüzünden ve kelimelerinden anlamak mümkündü. Nedense Red John’un hep kel olduğunu düşünmüştüm ama yanılmışım. Hızlı konuşan, acele eden, kelimeleri birbirine sıkıştıran haliyle akıllı ama biraz sosyopat biri olduğunu da doğru yansıtmışlar karaktere. Tüm konuşma boyunca Jane’in elleri cebindeydi. Dedim ki ulen Jane insan yanında bi silah getirip şu adamı öldürmez mi? Hadi biz faniler tahmin edemezdik Red John’un senin peşinden geleceğini, sen de mi düşünemedin diye düşündüm. Ama anladım ki Jane usta, en doğru zamanı beklemiş ve bir şekilde onun Red John olduğundan emin olmak istemiş. Ayrıca her ne kadar Red John ruh hastası biri gibi olsa da, kötü karakter gibi davranmaması benim çok hoşuma gitti. Yani Jane’i kızdırmak için karısı ve çocuğuyla ilgili bir sürü şey söyleyebilirdi ama öyle yapmadı. Jane konuşma sırasında sürekli onun Red John olduğundan emin olmaya çalıştı ve artık en son sorduğunda Red John da bir şekilde isyan etmiş olacak ki, çilek ve krema’yı anlattı. O anda Jane’in yüzünde hem bir rahatlama hem de derin bir hüzün vardı. Red John’u vurduktan sonra da ne kadar huzurlu olduğunu hepimiz gördük zaten.

Belki o adam Red John olmayabilir, belki bölümle ilgili açık olmayan bi dolu durum var ama ben final bölümünden çok etkilendim. İlk 2 sezonun finallerinin hep sönük olduğunu düşünmüşümdür, ama bu finalin üzerine söylenecek olumsuz bir şey olduğunu sanmıyorum.

4. sezonun nasıl şekilleneceği çok önemli. Eğer bu ölen Red John değilse, konunun yine Red John üzerinden devam edeceği aşikâr ama eğer ölen Red John ise bundan sonra senaristlerin işi bi hayli zor olacak. Red John kopyaları türerse dizide o zaman dizi kötü bir seçim yapmış derim, ama onun haricinde ne olacağını bekleyip göreceğiz. Finalde ileriye yönelik iki nokta var merak ettiğim; birincisi, LaRoche arabada o herifi yok yere öldürdü. Neden? LaRoche’ta bi numara var ama bakalım ne çıkacak altından. Bir de daha önemsiz ama benim merak ettiğim nokta; O’Laughlin kaypağı ölürken Grace’in boynundaki kolyeyi çekip alıyor. Grace’e silah doğrulturken, evet sizi kandırdım ama seni gerçekten sevdim diyor, yani kolyeyi hak etmediğini düşündüğünü sanmıyorum. Belki bir şeylerden korumak için yapmış olabilir. Onu da öğrenmek için Eylül ayına beklemek gerekiyor maalesef.

Başlarken 2-3 paragraf yazmayı planlamıştım ama kendimi tutamadım. :) Belki bir süre sonra yine bu bölüm üzerine bir şeyler yazarım. Çünkü aklımda o kadar çok şey var ki.


20 Mayıs 2011

Machete

İzle ve Yorumla’nın bugünkü incelemesi bir Robert Rodriguez filmi üzerine: Machete. Filmin oyuncu kadrosu oldukça geniş; başrolde, B tipi filmlerde çoğunlukla kötü karakter olarak karşımıza çıkan Danny Trejo oynuyor. Danny Trejo’yu ben ilk kez bir başrolde gördüm ben. Yan rollerde ise, Robert de Niro, Jessica Alba, Michelle Rodriguez, Steven Seagal ve Lindsay Lohan karşımıza çıkıyor.

Robert Rodriguez filmlerine alışık olanlar için çok güzel bir film var karşımızda. Bol kan şiddet ve abartı unsurları var filmde. Ama dediğim gibi türü sevenler için ne kadar eğlendirici olsa da, türden hoşlanmayanlar için bir o kadar kötü ve saçma gelebilir bu film. Ben türü sevenler grubundayım. :)

Filmin konusundan bahsedelim kısaca; Machete ABD’de yasadışı olarak çalışan Meksikalı eski bir federal ajanı canlandırmaktadır. Texas senatörünü canlandıran Robert de Niro’yu öldürmesi için kiralanır ancak tuzağa düşürülür Machete. Tam olarak bir intikam ya da kendini aklamaya çalışma hikâyesi değil bu film. Konuyu birkaç satıra sığdırmak kesinlikle mümkün değil, çünkü yanlış izlenimler oluşabilir okuyanlar için.

Film ile ilgili okuduğum bazı eleştirilerde filmde bir dolu klişenin olduğu, çok fazla çıplaklık, çok fazla kan ve gereksiz şiddet olduğu, karakterlerin sağlam olmadığı, senaryonun zayıf olduğu yazılıydı. Kesinlikle katılıyorum ama bu film zaten tüm bunları içermesi için yapıldı. Rodriguez’in türü bu, farklı bir tür, çok fazla temsilcisi yok zaten, Tarantino ve Rodriguez. Türü sevmiyorsanız bu filmi izlemeyin, ya da izleseniz de kötü eleştirilerde bulunmayın. Yıldız Savaşlarını izleyip de sadece bilim kurgudan hoşlanmadığı için kimse bu film çok kötüymüş 10 üzerinden 1 veriyorum diyemez. Burada demek istediğim de böyle bir şey.

Sevgili dizimiz Lost’tan iki oyuncuyu izliyoruz bu filmde: pilot Frank Lapidus’u canlandıran Jeff Fahey ve Ana Lucia Cortez’i canlandıran Michelle Rodriguez.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 7,5/10


Machete

17 Mayıs 2011

I Am Number Four

Bugünün filmi I Am Number Four. Filmin oyuncuları popüler kültürde çok tanınmayan, ya da henüz tanınmayan isimler; Alex Pettyfer ve Timothy Olyphant. Zaten oyuncularla değil de daha çok konuyla ve yapımcı Michael Bay ile seyirciyi yakalamaya çalışmış film.

Film aslında bir nevi Superman hikâyesi. Konuyu oradan aşırmışlar demek istemiyorum elbette, sonuçta birçok film var konu itibariyle benzerlik taşıyan, sadece tespit olması açısından Süperman’e değindim. Başka bir gezegenden dünyamıza gelen bir grup “uzaylı” var filmde ve bunları öldürmeye çalışan bir grup başka uzaylılar var. Film bir şekilde bu ikili grup arasındaki savaşı anlatıyor. John Smith, güçlerini yeni yeni keşfeden uzaylı genç, kendisini öldürmek isteyenlerden kaçmak adına sürekli yer değiştirmek zorunda kalıyor. Terminator: The Sarah Connor Chronicles dizisinde John Connor’ın hikâyesiyle de birçok benzerlik var filmin bu kısımlarında. John Smith, sürekli şehir şehir gezmekten sıkılmıştır ve son yaşadığı şehirde bir kıza âşık olunca da artık ne olursa olsun deyip kaçmak yerine savaşmak istemektedir.

Filmde klişeler çok ama bence bunlar problem değil, sonuçta ortaya çıkan film bir gişe filmi, süper kahraman ve uzaylı filmi, klişelerin olması bence çok doğal. Ancak, uzaylı da olsa aşk aşktır olayı benim pek hoşuma gitmedi, yani eğer benim peşimde beni ve çevremdeki herkesi öldürmeye çalışan birileri olsa gidip bir kıza âşık olup onun da canını tehlikeye atmazdım. Hadi çocuk kendine güveniyordur denebilir ama o da mümkün değil çünkü filmin bu kısmında henüz tam olarak güçlerine hâkim değil bu arkadaş.

Sonuç olarak fena bir film değil, efektler ortalama ama aksiyon sahneleri biraz sönük kalmış. Michael Bay yapımcı olunca beklentim yükseldi belki de bilemiyorum ama filmin ana hikâyesi aksiyon sahnelerinden çok daha uzundu. Uzundu ama maalesef çok ilginç değildi, bildiğimiz gençlik sorunlarıyla boğuşan bir uzaylıyı izledik. Filmde ucuz espriler olmaması, yani filme zorlama yollarla komiklik katılmaması bence iyi olmuş. Ama anlayamadığım bir nokta var; babasının John’a bıraktığı kutuyu neden açmadılar filmde? Yani filmde bir kutu göründüyse onun açılması lazım değil midir? Hani bir filmde bir silah gösterilirse o silah mutlaka patlardı? Anlayan varsa beri gelsin.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 6,5/10



16 Mayıs 2011

Scent of a Woman

Eski filmler serimize devam ediyoruz. Bugünkü filmimiz Scent of a Woman, ya da Türkçeye çevrilmiş haliyle Kadın Kokusu. Bu filmin en önemli özelliği; hiç izlememiş olanların dahi filmi duymuş olmasıdır. Filmin başrollerinde Al Pacino, Chris O’Donnell ve Philip Seymour Hoffman oynuyor. Al Pacino 8 defa Oscar’a aday gösterilirken sadece bu filmdeki rolüyle Oscar ödülü almıştır. Aynı zamanda Philip Seymour Hoffman ve Chris O’Donnell’ın kariyerlerinde önemli bir taşı oluşturur bu film. Chris O’Donnell bu şansı çok iyi kullanamamış olsa da bu filmle adını duyurmuştur.

Filmin konusundan bahsetmeyeceğim, zaten bu zamana kadar izleyen izlemiştir. Filmi ilk izlemeye başladığımda Frank’in neden bu yolculuğa çıktığını, neden birçok şey planladığını, neden bu kadar para harcadığını anlayamamıştım, bana çok mantıklı gelmemişti. Film içi mantığa ne kadar önem verdiğimi daha önce defalarca belirtmiştim. Ancak filmin sonlarına doğru anlayabilmiştim bu yolculuğun ve tüm bu olayların sebebini.

Filmde beğendiğim o kadar çok sahne var ki, sadece birkaçından bahsedeceğim. Frank’ın kardeşinin evine yaptığı şükran günü ziyareti ve yemekte geçen diyaloglar kesinlikle çok güzeldi. Donna ile restaurantta yapılan Tango hala unutulmazlar arasındadır. Ayrıca Al Pacino’nun ses tonu, hitap şekli de çok etkileyiciydi. Ve elbette ki filmin en beğendiğim kısmı, her izleyişimde sabırsızlıkla beklediğim bölümü, filmin finali. Al Pacino’nun konuşmaya başlayıp, tüm okula ders vermesi benim için unutulmazlar arasındadır. Bu sahnede beğenmediğim şeyler de var elbette. Örneğin, okul müdürünün rahatsız edici tavrı film için iyi olmamış, nefret uyandıran karakterleri filmlerde çok sevmem. Örneğin, salon alkışlarken salonu susturmaya çalışması da çok basit bir Hollywood klişesi olmuş. Bir diğer beğenmediğim nokta ise sinemayla pek ilgili değil sanırım; Frank Slade konuşurken bir yerde “kör ve yaşlı olmasaydım bu binayı yakar yıkardım” benzeri bir şeyler söylüyordu. Belki de burada askerlerin gelişmiş yüksek egolarına bir gönderme yapmış filmin yönetmeni bilemiyorum ama beni rahatsız ettiğini söylemeden geçemeyeceğim.


15 Mayıs 2011

Glee

Son yılarda Amerika'yı sallamış olan nefis bir müzikal dizisi Glee. Geçen sene Youtube'da şans eseri izlediğim bir video da dizi oyuncularından biri olan Dianna Agron'ın (dizideki ismi Quinn Fabray) Madonna'dan Papa Don't Preach şarkısını söylediğini gördüm. Nasıl güzel bir sesti o bana göre Madonna'dan çok daha iyi söylemişti. O videoyla Glee'ye başladım. Son yıllarda bu kadar eğlenceli bir dizi izledim mi hatırlamıyorum doğrusu.

Dizinin konusundan bahsetmek gerekirse Ohio'da bir lisede öğretmen olan Will Schuester'a eski bir klüp olan Glee'nin liderliğini yapması için teklif veriliyor. Kendisi ilk başta kabul etmek istemiyor çünkü klübe destek çıkan pek olmuyor. Daha sonra Glee klübüne lisedeki silik öğrenciler ilgi gösteriyor. Sonra onlar diğerlerini çekiyor. Her bölümde başka bir şarkı söyleniyor. Tabii ki normal bir dizi gibi konu da ilerliyor. Karakterler birbirine âşık oluyorlar, kavga ediyorlar ya da ayrılıyorlar. Her şey doğal hayatta ki gibi ilerliyor. Dizideki ''Kurt Hummel'' karakterini canlandıran Chris Colfer da gay bir çocuğu o kadar iyi canlandırıyor ki Altın Küre ödülünü kazanıyor. Ayrıca diziye de Altın Küre ödülü veriliyor. Dizideki tüm oyuncuların sesleri ve oyunculukları o kadar iyi ki hepsi ayrı ayrı albüm çıkarsa gidip alırım. Dizinin soundtrack albümleri çok güzel zaten.

Peki dizinin kötü yanları yok mu? Elbette var. Öncelikle bazı bölümler fazla saçma. Tamam, siz komedi dizisi yapıyorsunuz ama espriler abartılınca ya da yerine gitmeyince çok yavan duruyor. Bir de çok yerel espri var. Tamamıyla bir Amerikan dizisi yapmışlar. Birazcık daha evrensel boyutta olması çok daha iyi olabilirdi.

Ama yine de ince esprileriyle, komik göndermeleriyle, harika sesleriyle, Altın Küre ödülleriyle, IMDb'den aldığı 8,1 gibi çok başarılı puanıyla izlenmeye değer bir dizi. Toplumsal birçok mesaj geçiyor dizide. Dizinin bir derdi var. Ergenlikte olan insanların yaftalanmasının ne kadar acı olduğunu anlatıyor zaman zaman. An geliyor bize eşcinsellerin nasıl dışlandığını gösteriyor. An geliyor şişman olanların gözünden bakıyoruz olaylara. Daha sayamadığım birçok şey. Derdini şarkılarla, oyunculuklarla o kadar güzel işliyor ki takdir etmemek elde değil. Size önerim; izlemeye başlayın, seveceğinize eminim.



13 Mayıs 2011

The Mentalist

Dizi yorumlarımıza bugün de devam ediyoruz. Çok kısa olarak The Mentalist dizisine değineceğiz bugün. Dizinin başrollerinde The Guardian dizisinden sevdiğimiz Simon Baker ve son olarak Prison Break dizisinde gördüğümüz Robin Tunney oynuyor.

Dizinin konusu aslında oldukça bilindik; bir polis ekibi gizemli cinayetleri çözmeye çalışıyor. Tam olarak polis de denemez, FBI gibi bir şey ama daha yerel. :) Dizinin en önemli özelliği Simon Baker’ın canlandırdığı Patrick Jane karakteri. Patrick Jane’in doğaüstü güçleri olduğunu düşünüyor dizideki herkes, Türkçedeki deyimle medyum olduğunu. En iyi cevabı yine Jane veriyor; Medyum diye bir şey yoktur.

Patrick Jane’in yeteneği kesinlikle çok özel. Anlık detayları yakalayabiliyor, noktalar arasındaki bağlantıları çok iyi kurabiliyor, insanları çok kolay etkileyebiliyor ve gerektiğinde insanlarla akıl oyunları da oynayabiliyor. Her zaman ukala ama sevimli Patrick Jane. “Buradaki herkesten daha çok şey biliyorum” tavrı var ama bu konuda sizi sadece bir kere uyarıyor ve gerçeği görmemizi bekliyor.

Bölümler boyunca Patrick Jane’in farklı yönlerini izleme şansı buluyoruz. Çoğunlukla mutlu, ama toplumdan uzak, yalnız çalışmayı seven, kimseye güvenmeyen, her durumda espri yapabilen Jane, konu Red John olduğunda çok farklı bir karaktere dönüşüyor. Sınırları zorlamaktan çekinmiyor, yüzündeki ciddiyet, şok ve hüzün hepimizin dikkatini çekmiştik muhakkak. Böyle durumlarda mantıklı düşünceden uzaklaşabiliyor, soğukkanlılığını kaybediyor.

İzleyici Patrick Jane’e bağlanıyor ve onun tavırlarına hayranlık duyuyor, en azından ben duyuyorum. Şu anda izleyici için her açıdan çok iyi bir insan imajı çizilse de, biliyoruz ki Patrick Jane her şeyi zor yoldan öğrenmiş. Şimdi hiç inanmadığı medyumluk işini zamanında televizyonda yapmış ve bundan çok iyi de para kazanmış. Ancak sevdiği her şeyi kaybetmesine neden olan medyumluk konusu olunca Jane, aslında medyum diye bir şey olmadığını kanıtlamak için her şeyi yapıyor. Dizi de birçok defalar bahsi geçtiği üzere, aslında Jane olanlardan kendisini sorumlu tutuyor ve kendisini hayattan kopuk bir hayatla cezalandırıyor.
Devamı gelecek...



11 Mayıs 2011

House M.D.

Aslında House ile ilgili yazılacak pek bir şey yok. Lost ya da Prison Break gibi sürekli ilerleyen bir konusu yok. Elbette kendi içinde bir tutarlı hikâyesi var ve dönem dönem belli konularda birbirini takip eden bölümler izlemek mümkün ama yine de tüm dizi arkası yarın şeklinde ilerlemiyor. Bu dizide konuyu sevdiğiniz kadar, karakterleri de, diyalogları da seversiniz ya da sevmezsiniz. Acaba sonunda ne olacak diye değil, bu karakterlerden ve diyaloglardan dolayı seversiniz. Dizinin ilk bölümlerinde bunu fark etmezsiniz ama. İlk olarak gizemli olayları seversiniz, House’un tüm bu olayları çözüme kavuşturmasını seversiniz. Bir süre sonra tüm bunlar bir tarafa, dizinin bir kişiliği oluşmaya başlar, konu kendiliğinden ilerler, hemen her bölümde yeni bir hasta (ya da hastalar) gelirken, yan olaylar da gelişir. Dizinin yine ilk bölümlerinde bu olaylar geri planda kalır ve acaba bu hastanın nesi var, acaba House bunu çözebilecek mi diye düşünürüz ama bölümler ilerledikçe, hastalar geri planda kalırken House ön plana çıkar. Onu tanımışızdır artık, sadece onu değil Wilson’ı da ve tüm ekibi de.

Bence iki çeşit dizi var bu ABD dizi piyasasında; birinci grupta Lost, Prison Break, Heroes gibi sürekli bir konunun olduğu ve her bölümün bu konu çerçevesinde ilerlediği dizilerdir. Bu dizilerin konusu tüm dizi hayatı boyunca devam edebileceği gibi sadece sezonluk konular da olabilir. İkinci grupta ise The Closer, The Mentalist, CSI gibi diziler yer alır. Bu dizilerde genel hatlarıyla bazen ilerleyen bir konu olabilir ama her bölüm farklı bir tema işlenir. Fringe dizisi bu iki kategorinin bir karışımı gibidir. The Mentalist ise ikinci grup ağırlıklıdır aslında ama birinci grup dizilerin taşıdığı unsurları da içinde barındırır. House da ikinci gruba güzel bir örnek olabilir.

Lost’u tüm sezonlar bittikten sonra 1 ay gibi kısa bir sürede izlediğimi belirtmiştim. House’a da yeni başladım sayılır. Henüz 3-4 ay oldu, Lost kadar hızlı ilerlemesem de şu anda 6. sezon 5. bölümdeyim. İleride House ile ilgili yazmaya devam edeceğim için bu yazımı kısa tutmayı doğru buldum.


IMDb linki: 
http://www.imdb.com/title/tt0412142/

9 Mayıs 2011

The Way Back

Bugünkü filmimiz The Way Back. Filmin yönetmeni Peter Weir. Oyuncular ise Ed Harris, Colin Farrell ve Jim Sturgess. Yönetmen ve oyunculara daha sonra değineceğiz, önce filmin konusundan bahsedelim kısaca:

Film, Janusz ve altı arkadaşının ikinci dünya savaşı sırasında tutsak olarak tutuldukları, Sibirya’da bulunan bir toplama kampından, ya da Gulag, Hindistan’a uzanan kaçış hikâyesini anlatmaktadır. Film Janusz’un işlediği iddia edilen suçu itiraf etmesini reddetmesiyle başlar, bunun üzerine Janusz’un işkence gören karısı tanıklık eder ve Janusz suçlu bulunup Gulag’a gönderilir. Burada daha sonra birlikte kaçacağı 6 kişiyle tanışır ve kaçması oldukça basit görünen Gulag’tan kaçma planları yapılmaya başlanır. Gulag’tan kaçmak oldukça basittir ama dışarıdaki dondurucu soğukta sağ kalmak ilk aşamada en zorlu kısımdır. Buna rağmen Janusz, suçsuz yere tutsak olmaktansa dışarıda ölmeyi tercih ederim diyerek 6 arkadaşıyla beraber Gulag’tan kaçar. Daha sonra Sibirya’nın dondurucu soğuğundan Gobi Çölü’nün kızgın kumlarına uzanan bir yaşam mücadelesi içinde bulurlar kendilerini.

Oyuncu seçimleri bence çok iyi olmuş. Ed Harris’in mesafeli, kendi başına tavrı karaktere çok iyi oturmuş. Jim Sturgess çok tanıdığımız bir oyuncu değil. 21’den hatırlayabilir bazı izleyiciler. Bu filmde 21’e göre çok iyi bir performans sergilediğini söyleyebiliriz. Colin Farrell ise filmin en renkli karakterini canlandırmış. Kendisi Miami Vice’dan bu yana çok iyi yapımlarda oynuyor. Dandik Amerikan gişe filmlerinden uzak duruyor. Daha önce London Boulevard filminde bahstemiştik Colin Farrell’dan. Bu filmde biraz komik, biraz çaresiz, biraz acımasız bir Rus suçluyu canlandırıyor. Bu karakter bana biraz In Bruges filminde oynadığı karakteri hatırlattı, aksan biraz farklıydı o kadar. Son olarak filmin yönetmeni Peter Weir’dan bahsetmek istiyorum. Çok sık film çevirmeyen Avustralyalı yönetmeni son olarak Master and Commander filmiyle izlemiştik. Onun öncesinde ise benim çok sevdiğim Truman Show filmi gelir, ama sinemaseverlerin aklında en çok yer eden filmi hiç kuşkusuz Ölü Ozanlar Derneği’dir. Her filminde insan ilişkilerini inceler yönetmen, filmdeki karakterler sürekli zor şartları zorlarlar ve onları değiştirmek için uğraşırlar.

Film oldukça uzun ama seyirciyi hiç sıkmıyor, heyecan ve gerilim hiç azalmıyor, o yüzden izleyenlerin dikkati dağılmadığı için filmin uzun olması da problem olmuyor. Ayrıca, filmin empati yaptırma gibi bir özelliği olduğunu düşünüyorum. Eminim izleyen herkes, ben bu durumda olsam ne yapardım diye sormuştur kendisine. Duyguları karakterlerle birlikte yaşıyoruz, onların yolculuğunu onlarla birlikte yapıyoruz. Ayrıca filmdeki görsellik ve sürekli değişen muhteşem sahneler insanı kendine hayran bırakıyor.

Filmin bir diğer güzel tarafı ise filmde Hollywood dokunuşunun olmaması. Filmde gereksiz yere eklenmiş aksiyon sahneleri yok, lüzumsuz ağdalı drama yok, her şey çok basit ama çok detaylı ve hepsinden önemlisi çok gerçekçi. Son olarak bu filmin yaşanmış bir hikâyeye dayandığını belirtmek isterim. Polonyalı bir subayın, sonraları İngiltere’ye yerleşip bir ghost-writer yardımıyla yaşadıklarını anlattığı kitabı The Long Walk’dan uyarlanmıştır.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 9/10




7 Mayıs 2011

LOST

Bilmeyen yoktur sanırım, Amerika'da yayınlanan Lost adında bir dizi var, daha doğrusu vardı. 2004 yılında yayınlanmaya başladığında, ilk 2-3 bölümünü Digitürk'ten izlemiştim. O zamanlar dizi bulup izleme alışkanlığım olmadığından ve de daha sonra Digitürk'ü iptal ettirdiğimden devam edemedim. Sonra dizinin 2. sezonunun ortalarında bi başlıyım artık izlemeye derken, çevreden aldığım çeşitli duyumlar (dizinin çok yavaş ilerlemesi) ve de dizinin tüm konusunun belli olduğu ve 6 sezonda biteceği haberleri üzerine dedim ki, en iyisi ben bu diziyi bitsin öyle seyredeyim. Özellikle yazın sürekli takip ettiğim diziler tatilde olduğunda çok defa teşebbüs ettim, izlemeye ama sonra bir şekilde vazgeçtim.

2010 yılında, dizinin final bölümünden sonra başladım izlemeye. 5-6 bölüm olmadan kafamda bi dolu soru oluşmaya başladı. Her bölüm heyecanlı, bir yandan bazı sorulara cevap verirken, cevapladığından fazla da soru ortaya çıkarıyordu. İlk 3 sezon çok heyecanlı ve düzenli ilerlerken, 4 sezondan itibaren heyecanın şekli değişti, tarif etmek zor ama farklı bir heyecan vardı, bu sefer konu dağılmıştı ama. Gerçi ilk 2 sezonu günde 2-3 bölümle geçerken daha sonraki sezonlarda günde 5-6 bölüm izliyordum. Velhasıl kelam, toplam 1 ayda 6 sezonluk diziyi bitirdim. O kadar çok soru vardı ki cevaplanması gereken, o kadar gizemli olay, merak edilen şey vardı ki, son 1,5 saatlik bölümde hepsinin cevabını bekliyordum, senaristler de önemli olan, karakterler için önemli olan her sorunun cevabı olacak demişlerdi. O yüzden beklentim çok yüksekti.

Ama olmadı. 6 sezon boyunca gizem üzerine, biraz mitoloji üzerine kurulu olan Lost, son bölümünde daha dramatik bir yapı kullanmış ama bence olmamış. Aslında olmamış derken bile dramatik yapı olarak çok iyi bir bölüm olmuş ama nerede o kadar sorunun cevabı? Senaristlerin dediği "Dizinin sırrının %70'i ilk bölümde saklı" sözünün de yalan olduğu anlaşıldı bu şekilde. Aslında senaristler neler neler demediler ki, kafa da cevaplanmamış yüzlerce soru bıraktılar.

Tanıdığım bir çok insan, kaybettiği 6 yıla yanıyor :) Aslında öyle değil bence, sonun bu şekilde olması bende de hayal kırıklığı yarattı ama sonuçta her bölüm boyunca yaşattığı hissin de önemsiz olduğu söylenemez. Hiçbir şey olmasa bile bize biraz beyin jimnastiği yaptırmış oldu bu dizi. Yok ada aslında Araf mı? Bu insanlar bu düğmeye neden basıyor? Ada'nın olayı nedir? daha yüzlerce soru var ki çoğunun da somut bir cevabı yok. Diziyi 6 yılda izlemek mi daha heyacanlıdır yoksa bir solukta izlemek mi bilemiyorum ama kuşkusuz Friends'ten sonra televizyonun en etkili yapımlarından olmuştur bu dizi.

Sonuçta dizi bitti, son bölümün sonlarına doğru sürekli durdurup ne kadar kaldığına baktım, çünkü son ana kadar bizi ters köşeye yatıracağını bekliyordum ama olmadı. Bitiş de anlamlı olan tek şey, dizi Jack'in gözlerini açmasıyla başlamıştı, kapatmasıyla da bitti. David Lynch şuna benzer birşey demiş zamanında: "Filmin nasıl bittiği değil, sana izlerken neler hissettirdiği önemlidir."

Lost ile ilgili yazılacak çok şey var, ama bu yazıyı çok uzun tutmak istemiyorum. Kalan konulara bir sonraki yazımda değineceğim.




5 Mayıs 2011

Finding Forrester

Finding Forrester filmiyle tanışmam korsan film satan bir dükkânda olmuştu. Liseden beri tüm çıkan filmleri yakından takip ederim. Hepsini izlemesem bile çoğu hakkında az çok bilgim olur. Zaten o az bilgilere dayanarak seçerim izleyeceğim filmi. Finding Forrester filminde Sean Connery oynamasına rağmen bu filmi hiç duymamıştım, filmin Türkçe adına baktığımda ise Ormancıyı Bulmak yazdığını gördüm. Dedim ki, ya filmin İngilizcesini yanlış yazdılar ya da Türkçeye çevirenler pek İngilizce bilmiyor. Sonradan öğrendim ki, bizim Türkler çeviri konusundaki yaratıcılıklarını konuşturmuşlar, aynı Brokeback Mountain filminde olduğu gibi. :)

Filmin yönetmeni benim çok sevdiğim Gus Van Sant. Filmlerinin çoğunu izledim ve benim için oyuncular ve konu ne olursa olsun izlenecek yönetmenler listesindedir. Başrolde Sean Connery, diğer rollerde ise bu filmdeki başarısını ilerleyen kariyerinde devam ettirememiş Rob Brown, her zaman güzel olan Anna Paquin ve hiç sevmediğim Murray Abraham karşımıza çıkmış durumda.

Filmde Sean Connery, zamanında çok başarılı ve çok okunan bir kitap yazmış ancak daha sonra insanlardan uzak sakin bir yaşam seçmiş olan yazar William Forrester’ı canlandırıyor. Rob Brown’un can verdiği Jamal Wallace ise yazmaya meraklı, oldukça zeki ama kötü bir çevrede büyümüş siyahî bir gençtir. Bu ikisinin yolları bir şekilde kesişir ve Forrester, Wallace’a yazılarında yardımcı olmaya karar verir. Bu dönemde yeni bir okula başlayan Wallace’ın başı edebiyat hocası ile sıkıntıdadır. Çok fazla da detaya girmeye de gerek yok sanırım.

Sean Connery bence rolünü çok iyi oynamış, sert acımasız bir karakter olarak filme başlarken, Jamal Wallace ile iletişimi sonrasında hem oyunun hayatının hem de kendi hayatının değiştiğine tanık oluyoruz. Bu sürede de Sean Connery durağan bir oyunculuk sergilememiş, aksine film boyuncu karakterinin değişimine tanık olabiliyoruz.

Bu film konu itibariyle olmasa da özünde Kadın Kokusu filmiyle çokça benzerlik taşır. Her iki filmde de sonuç ne olursa olsun doğru olanı yapmak önemlidir mesajı veriliyor.

Film insan doğasını işliyor, toplumdaki çeşitliliğin derecesini ve bu çeşitliliğin birbirinden nasıl etkilendiğini anlatıyor. Filmin Wallace’ın sert ve karamsar hayatı ile başlayıp, aydınlık ve huzurlu bir şekilde bitiyor. Aynı zıtlık filmin açılış ve kapanış müzikleri arasındaki farkta da açıkça belli oluyor.

Filmde anlatılan William Forrester karakterinin, Amerikalıların çok sevdiği The Catcher in the Rye kitabının yazarı J.D. Salinger ile birçok benzer yanı olduğu söylenir. Salinger’ın hayatını biraz araştırdıktan sonra kısmen de olsa bu söylentinin yerinde olduğuna karar verdim.

Bu filmde yine anlatılmaz bir güzellik var, belki filmin sonundandır, belki diyaloglardandır, tam bilemiyorum. Ama filmin anlatabileceğim bir güzelliği, Gus Van Sant’ın favori oyuncusu olan Matt Damon’ın filmde kısa bir rolle karşımıza çıkması olmuştur.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 8/10



4 Mayıs 2011

No Strings Attached

Daha önce Love Actually filminden bahsederken, o film eğer Amerikalılar tarafından çekilmiş olsaydı, başarısız bir romantik komediden öteye geçemezdi demiştik. Şimdi buna bir örnek bulduk sanırım. :)

No Strings Attached, ya da Türkçe adıyla Bağlanmak Yok, filmi başrollerini Natalie Portman’ın ve Ashton Kutcher’ın paylaştığı bir romantik komedi filmi. Konu olarak film gelecek vadediyor aslında, ama film ne komik ne de karakterler inandırıcı.

Filmin tesadüflerle başlıyor; 15 sene öncesi, 5 sene öncesi ve 1 sene öncesi diye 3 sahne gösteriliyor. Bu şekilde biz bu karakterlerin bir geçmişi olduğunu biliyoruz ama filmin ilerleyen kısmında bu sahnelerin hiçbir önemi olmadığını anlıyoruz. Ne bu sahnelere referans veriliyor ne de bu sahnelerde anlatılanlar komik ya da duygusal bir sahneye zemin hazırlıyor. Vanessa’nın kim olduğunu öğreniyoruz bu sahnelerin birinde ancak o da gereksiz olmuş, çünkü Adam’ın babasıyla Vanessa ile ilgili konuştuğu sahnede Vanessa’nın eskiden Adam’ın sevgilisi olup da şimdi babasının sevgilisi olduğunu gayet rahat anlayabiliyoruz. Film bir kere bu plansız tavrıyla düşük puanı hak ediyor.

Diğer taraftan karakterler inandırıcı değil. Natalie Portman'da “fuck buddy” olacak tip yok. Öyle olmaz ya da değildir demiyorum ama tip olarak karakter ona oturmamış ve rolde de karakterine inandırıcılık katamamış. Ashton Kutcher’a ise Adam rolü olmamış. Bence az biraz daha tipsiz bi adam oynamalıydı bu rölü. Bağlanmak isteyen, sevgilisinden ayrılıp da 1 sene kimseyle birlikte olmayan adam tipi ortalama da hafif tipsizdir. Buna en iyi örnek About A Boy filminde Hugh Grant'ın oynadığı karakter verilebilir. Hugh Grant filmde bekâr anneleri tavlamaya çalışan bir adamı canlandırıyor. Bu rol ilk olarak Brad Pitt’e teklif edilmiş ama Brad Pitt, rol için çok yakışıklı olduğunu düşünmüş ve kabul etmemiş. Çünkü ona göre, kendisi kadar yakışıklı bir adamın kadınlarla birlikte olmak için bu kadar çabalaması gerçekçi olmazmış. Bence son derece mantıklı bir düşünce şekli bu. O yüzden bu filmde ne Ashton Kutcher olmuş ne de Natalie Portman.

Ayrıca Natalie Portman bu filmde neden oynamış ki? Hayır, film kötü diye demiyorum ama genelde bu rollerde oynayan birisi değil. Kulvar değiştirirken ortada çok iyi bir film olur ve hayır diyemezsiniz ve farklı bir rol oynarsınız, ama bu filmde öyle çok süper bir film de değil yani. Bilemedim. :)

Sonuç olarak, film başarısız, ne romantik olabilmiş ne de komik. Benim en önem verdiğim kendi içinde tutarlı olma, gerçekçi olma kriterine de hiç uymuyor. Bütün bunlara rağmen, yapacak daha iyi bir işiniz yoksa izlemekten zarar gelmez diyorum.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 6/10



3 Mayıs 2011

Love Actually

Bugünün ikinci filmi Love Actually, ya da Aşk Her Yerde. Çok izlenen ve oldukça da sevilen bir film olduğundan birçoklarının az biraz fikri vardır bu filmle ilgili. Kısaca oyuncuları yazalım ve filme başlayalım: Hugh Grant, Liam Neeson, Laura Linney, Bill Nighy, Colin Firth, Emma Thompson, Keira Knightley, Alan Rickman. Bunlara ek olarak da Rowan Atkinson ve Billy Bob Thornton da kısa rollerle karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Rowan Atkinson’ın olduğu sahneler çok komiktir.

Filmin konusundan bahsetmek çok zor. Zira filmde birçok hikâye var. Bütün bu hikâyeler bir şekilde birbirleriyle bağlantılı ama sonuçta hepsi bağımsız birer hikâye. O yüzden bu filmi konu tarafından anlatmak çok zor. Sanırım bu filmin güzel tarafı her bir hikâyedeki masalsı konular.

Ben filmlerde gerçekçilik aramam, ne saçma film olmuş demem, ama film kendi içinde tutarlı olmalıdır, filmin atmosferi konusuna uygun olmalıdır, film kendi içinde tutarlı ve inandırıcı olmalıdır. Örnek verilecek olursa, benim Superman’in uçmasıyla ilgili hiçbir problemim olmaz, adam başka gezegenden gelmiştir uçabilir, başka şeyleri de yapabilir. Ama Superman, Clark Kent iken onu kimsenin tanımaması bana mantıklı gelmiyor. Love Actually filminin atmosferi de bu masalsı konular için bence çok iyi kurgulanmış, o yüzden bu hikâyeler filmde hiç sırıtmıyor.

Filmde bazı sevdiğim sahnelerden bahsedeceğim, tabi sadece şu anda aklıma gelenlerden, yoksa bi dolu sahne yazmak mümkün. Başbakanın, ABD Başkanı’na ayar verdiği sahne, başbakanın tek başına dans ettiği sahne, Keira Knightley’nin kendisine âşık olan çocuğun evine düğün kasetini almak için gittiği sahne, Rowan Atkinson ile kuyumcuda geçen sahne, yazar olan adamın Aurelia’ya evlenme teklif ettiği sahne ve Billy Mack’in tüm sahneleri.

Bazı filmler vardır sizi film boyunca gülümsetir demiştim daha önce, bu da o filmlerden birisi. Ayrıca, bu filmi İngilizler değil de Amerikalılar yapmış olsaydı, başarısız bir romantik komedi denemesi olabilirdi.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 9/10



Bin-Jip

Bu sefer biraz Hollywood’dan uzaklaşıp Uzakdoğu’ya doğru gidelim dedik. Kore sinemasını takip edenlerin yakından tanıdığı ve oldukça da beğendiği bir yönetmen olan Kim Ki-Duk’un Bin-Jip isimli, İngilizceye “3-Iron”, Türkçeye “Boş Ev” olarak çevrilen filmini inceleyeceğiz.

Üniversitedeyken kütüphanede bu filmin DVD’sini görmüştüm ve filmin kapağını beğendiğim için aldım ve izledim. Kore filmlerine olan hayranlığımı başlatan iki filmden birisidir bu film. Diğeri ise tahmin edileceği üzere Oldboy. Bu filmden sonra, bir sürü Kore filmi izledim. Korku filmlerinden bahsetmiyorum, o konuyla ilgili düşüncelerime daha önce değinmiştim. Bizim bazen anlamakta zorluk çektiğimiz bir kültüre, anlayışa sahipler, o yüzden Kore filmleri birçokları için sıkıcı ve aptaldır. Bana göre tam tersi, çok derin ve anlamlı filmler yapıyor bu Koreliler. :)

Filmin konusundan bahsedelim kısaca; başrolde oynayan adam, ya da genç, tatile gitmiş insanların evlerine giriyor ve onların evlerinde yaşıyor ev sahipleri dönünceye kadar. Evde kaldığı süre boyunca, evi temizliyor, çamaşırları yıkıyor, evde bozuk kırık bir şeyler varsa onları tamir ediyor, ev sahipleri döndüğünde ise evden çıkıyor ve yeni bir ev aramaya başlıyor. Sanırım insanların evlerinde kaldığı için, evi temizleyerek ve tamirat yaparak bir şekilde borcunu ödemeye çalışıyor. Bir gün bu genç boş sanarak girdiği bir evin aslında boş olmadığını anlıyor. Evde, evli ama son derece mutsuz bir kadın vardır. Daha sonra bu genç adam ve genç kadın birbirlerine âşık olurlar, birçok şeyi paylaşırlar, ta ki kadının kocası durumu fark edinceye kadar.

Organize İşler filminde Cem Yılmaz’ın golf toplarıyla Yılmaz Erdoğan ve adamlarını bi güzel benzettiği sahneyi izleyen birçok kişi bu sahnenin çok orijinal olduğunu sanır. Bu sahnenin bir benzeri bu filmde de vardır, belki daha önce başka filmde de çekilmiştir ama ben ilk bu filmde rastladım.

Filmle ilgili anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki, buraya yazarsam, muhtemelen filmin senaryosundan daha uzun olur. Filmi ilk izlediğimde genç adamın hapishanedeyken niye acayip hareketler yaptığını anlamamıştım, ama film ilerledikçe bunların ne kadar önemli olduğunu anladım.

Bu film sadece bir aşk filmi değil ama belki de aşkı en güzel işleyen film. Tutku için de aynı şey geçerli, fedakârlık için de. Bu filmi ya çok seversiniz ya nefret edersiniz. Ben çok sevenler grubundayım.

Son olarak iki çok önemli noktaya değineceğim. Birincisi, hem genç adam hem de kadın film boyunca son sahneye kadar tek kelime etmiyorlar. Bu filmin belki de bu kadar etkili olmasının en önemli sebeplerinden birisi de bu. Her şey kelimeler olmadan o kadar güzel anlatılmış ki, insanın hayran olmaması mümkün değil. Son sahnede söylenen söz ise, bu kadar sessizlik içinde bu sözün ne kadar anlamlı olduğunun bir diğer kanıtıdır. Değineceğim ikinci nokta ise film boyunca duyduğumuz müthiş film müziği. Natacha Atlas’ın Gafsa adlı şarkısı, her dinlediğimde filmin sahneleri gözümün önüne geliyor.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 9,5/10





2 Mayıs 2011

K-PAX

Bazı filmler vardır, hep böyle şımarık biraz ukala tavrı vardır. Film boyunca yüzünüzde hafif bir gülümseme olur, tebessüm etmeye her daim hazırsınızdır, o film hiç bitmesin istersiniz. K-PAX filmi de benim için bu kategoridedir. Filmin özellikle ikinci yarısı yüzlerdeki tebessümü, acıya ve üzüntüye bıraksa da hiç bitmesin demiştim ilk izlediğimde. Daha önce dediğim gibi bazı filmleri birden fazla izlemeyi severim, K-PAX de bu kategoriye giriyor.

Film, aynı isimli romandan Iain Softley tarafından beyazperdeye aktarılmıştır. Başrollerde Kevin Spacey ve Jeff Bridges var. Filmin konusu kısaca şöyle; Bir tren istasyonunda yaşanan bir olayın ardından polis tarafından alıkonulan Prot, K-PAX isimli bir gezegenden geldiğini iddia etmektedir. Bunun sonucu olarak da bir akıl hastanesine sevk edilir. Hastanenin başhekimi, Prot ve anlattıklarıyla yakından ilgilidir. Prot hem hastane başhekimi üzerinde hem de hastalar üzerinde beklenmedik etkiler bırakacaktır.

Diğer filmlere nazaran, çok belirli bir konusu yok filmin. Daha çok, bir gizem filmi K-PAX. Filmlerde sinir bozucu karakterleri hiç sevmem, kötü bile olsa bir karakter mutlaka sinir bozucu olmamalıdır. İnsanların tüm nefretini üzerine çeken karakterleri de sevmem. Mesela Mel Gibson’un oynadığı The Patriot “Vatansever” filminde kötü karakteri canlandıran Jason Isaacs’ten filmi izleyenlerin çoğu nefret etmiştir. Bu tip karakterler çok iyi filmlerde olmaz kanısındayım. Hannibal Lecter’ı kim sinir bozucu, rahatsız edici bulabilir, ya da Kara Şövalye filminde Joker’den kim nefret etmiştir, kim gıcık olmuştur ona? Bu filmde anlattığım tipte kötü karakter yok. Prot’un anlattıklarıyla dalga geçen ona kötü davranan kimse yok. Bu iyimserliğin, adaletin hâkim olduğu bir film.

Prot’u Kevin Spacey, başhekimi de Jeff Bridges oynuyor ve bence ikisi de gayet güzel oynamışlar. Filmde diyaloglar ilginç, insanlıkla ilgili gözlemlerini anlattığı sahneler özellikle çok ilginç ve eğlenceli. Ayrıca filmde ışığın kullanımı da çok anlamlı olmuş, zira Prot Dünya’ya bir ışık demetiyle gelmiştir ve bu sayede seyahat edebilmektedir. Filmde Amerika dışındaki ülkeler de unutulmamış. Prot Dünya ile ilgili raporunu tamamlamadan önce bazı ülkeleri daha ziyaret eder, sembolik de olsa diğer ülkelerin unutulmamış olması hiç yoktan iyidir.

K-PAX biraz bana Guguk Kuşu filmini anımsattı. Ama o filmdeki, depresif karamsar havanın tersine bu filmde sevgi, inanç ve iyimserlik havası hâkim. Bazı filmler vardır, kimileri çok sever kimileriyse nefret eder, bu film onlardan değil. Bu film büyük çoğunluğun belli bir seviyede seveceği filmlerden.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 8/10



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...