26 Eylül 2012

Safe


Film izleme konusunda bu aralar oldukça hızlıyım :) Bugün incelemesini yapacağımız film “Safe”.

Filmin yönetmeni Boaz Yakin, çok fazla filmini görmedik, başarılı bir yönetmen diyemiyoruz o yüzden. Oyunculardan sadece Jason Statham önemli karakter zaten, o yüzden gerisine değişmeye gerek yok.

Her filmin kendi içinde değerlendirilmesi gerektiğini çok defalar söylemişimdir. Filmin konusuna bakınca insan az çok kendini neyin beklediğini tahmin edebiliyor. Biz bugün bu beklenti çerçevesinde filmin durumunu değerlendirmeye çalışacağız.

Mafya tarafından ailesinden koparılmış oldukça zeki olan küçük bir kız vardır filmde, bu kız kafadan birçok hesabı yapabildiği ve güçlü bir görsel hafızası olduğu için Çin mafyası tarafından kullanılmaktadır. Bir taraftan da eskiden ne iş yaptığı başlarda belirsiz olan Luke (Jason Statham) sokaklarda boş boş dövüşmektedir. :) sonra bir gün olaylar gelişir ve Rus mafyasından bir grup Luke’un karısını öldürür ve Luke’a kimseyle yakınlaşmamasını yoksa yakınlaştığı herkesi öldüreceklerini söylerler, bizimki de bu duruma hay hay der. :)

Gelelim filmin gidişatına, filmin başından beri izleyen herkes Luke’un küçük kıza yardım edeceğini ve bir yerlerde yollarının kesişeceğini bilir ama nedense bu süreç biraz benim beklediğimden uzun sürdü, yani olayları biraz uzattılar ve Luke’un kızı kurtarmaya başlaması biraz zaman aldı.

Luke’un kızı Ruslardan kurtardığı metrodaki kavga sahneleri gerçekten çok iyiydi. Genelde Hollywood filmlerinde bu tür sahneler kesik kesik ve dar açıdan gösterilir, ama bence eski Hong Kong dövüş filmlerinde olduğu gibi daha statik kameralarla bu tarz dövüşleri izlemek daha eğlenceli oluyor.

House M.D. Finali


Daha önce House ile ilgili kısa bir yazı yazmıştık. Gecikmelerden dolayı sekizinci sezon ve aynı zamanda dizi finalini ancak izleyebildim.  En sonda söyleyeceğimiz şeyi en başta söyleyelim de olsun bitsin; ben dizinin bitiş şeklini, final bölümünün havasını çok beğendim.

Sekizinci sezon sekizinci bölümden sonra uzun bir ara vermek durumunda kaldım diziye. Sonrasında ise geçen hafta kaldığım yerden hızlı bir şekilde diziye yeniden başladım ve hızlıca bitirdim. Böyle uzun aradan sonra, kime nolmuştu, kim gittiydi, kim kaldıydı hepten unutmuşum. 2-3 bölümden sonra ancak adapte oldum diziye :)

Bundan sonra spoiler çok, o yüzden sekizinci sezon son 5-6 bölümü izlemeyenlerin devam etmemesini öneririm, yine de keyif sizin efendim :)

Bu kadar geç izlememe rağmen, uğraşlarım sonucunda hiç spoiler olmadan final bölümünü izledim. Belki de tek spoiler dizinin adında gizliydi: “Everybody Dies”. House karakterinin ünlü Sherlock Holmes karakterinden esinlenilerek yaratıldığını senaristler de sıkça dile getirdiler. Diziyi izlerken de bu konuya çokça gönderme gözümden kaçmadı. Zira hastası olduğum “Sherlock” serisinin her bölümünü son 6 içerisinde 2 defa izlediğimden dolayı, aradaki benzerlikleri yakalamak zor olmadı.

(Sherlock fena spoiler) Ben final bölümünü çok beğendim, bunda en önemli etken, yine Sherlock ile olan benzerliği sanırım. “The Reichenbach Fall” desem yeterli olacak sanırım. Kimileri çalıntı demiş House’un finali için, sanırım bu insanlar çalıntı ile gönderme veya bağlantı arasındaki farklı bilmiyorlar. Adamlar kabak gibi biz Sherlock karakterinden esinlendik House’u yaratırken dedikten sonra, alıp aynı senaryoyu bile çevirseler bence çalıntı olmaz.

19 Eylül 2012

Prometheus


Sinemaya iyiden iyiye merak sarmaya başladığım 1995-2000 arası dönem bilim kurgu filmleri açısında çok zengin bir dönemdi. Mükemmel bilim kurgulardan, sıradan B sınıfı bilim kurgulara kadar bi dolu film izledik o dönemde. Belki de bundandır bilim kurgu hayranlığım. :) O zaman nasıl ki bilim kurgu dönemiyse bu dönem de sanırım çizgi roman dönemi oluyor. Gerçi biraz normalden uzun sürdü bu çizgi roman dönemi ama olsun genel olarak şikâyetçi değilim. Şikâyet edebileceğim tek konu bu dönemde hatırı sayılır bilim kurgu filmi yakalamak oldukça zorlaştı. Bu kıtlık döneminde uzun zamandır izlemek istediğim Prometheus filmini ancak hafta sonu izleme şansı buldum ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istedim.

Filmin kadrosundan önce konusundan bahsetmek daha doğru olacak sanırım. Öncelikle bu film bir uzay filmi. Dünyada insanoğlunun yaradılışına yönelik birçok ipucu bulunur ve tüm bu ipuçları dünyadan çok uzakta bulunan bir gezegeni işaret etmektedir. Bir grup bilim adamı ve asker bu gezegene yolculuğa giderler. Gezegene vardıklarında ise bir dolu olaylar dizisi kahramanlarımızı beklemektedirler ve bu kahramanlarımız bir şekilde dünyanın geleceğini kurtarmak için mücadeleye girişirler.

Filmin yönetmeni Ridley Scott, gayet başarılı bir yönetmen olduğunu düşünsem de genel bir tarzı olmadığı için filmleri bana çoğunlukla çok başarılı gelmez. Başrollerde Noomi Rapace, Michael Fassbender, Charlize Theron ve Idris Elba karşımıza çıkmaktadır. Guy Pearce da filmde rol almakta ancak izleyenler tanımakta biraz zorlanabilirler, ben açıkçası sesinden tanıdım, zira kendisi oldukça yaşlı bir adamı canlandırmaktadır.

Önce olumsuz kısımlardan bahsedelim. Yine spoiler yok ama izlemeyenler için biraz fazla bilgi içerebilir yazacaklarımız. Filmde açıkta kalan çok nokta var. Bir kere, 3 tane çizimden yola çıkarak trilyon dolarlık yolculuğa çıkmak bana çok mantıklı gelmiyor, o kısmın biraz daha altını doldurmak gerekirdi sanırım. Filmde fazla klişe var; tırsıp kaçmaya çalışan adamlar mı dersin, söz dinlemeyen insanlar mı dersin, ne ararsanız var. Ayrıca film çok fazla tahmin edilebilir olmuş. Ben ki film izlerken beynimi kapatırım, 1 sn sonrasını asla düşünmem, kim katilmiş, kim hırsızmış hiç kafa yormam ama bu filmde son 10 yılda yapmadığım kadar tahminde bulundum ve hepsi de tuttu. Belki de istedikleri budur, tam bilemedim. Kabak gibi her şey göz önündeydi yani. Aslında daha çok şey var söylenecek ama sahneleri burada tek tek açıklamak doğru olmaz sanırım.

The Avengers


Bugün The Avengers filmi ile karşınızdayız. Önce filmle ilgili kısa kısa; filmin yönetmeni Joss Whedon; Beyazperdede çok tecrübesi olmayan bir dizi yönetmeni. Filmin başrol kadrosu biraz kabarık; Robert Downey Jr. (Iron Man), Chris Evans (Captain America), Chris Hemsworth (Thor), Mark Ruffalo (Hulk), Scarlett Johansson (Black Widow), Tom Hiddleston (Loki), Jeremy Renner (Hawkeye) ve Samuel L. Jackson (Nick Fury). HIMYM’ın Robin’i Cobie Smulders ve bu filmde rolü oldukça kısa olan Gwyneth Paltrow’u (Pepper Pots) elbette unutmadım, ama rolleri biraz kısa olduğundan başrol kısmına yazmayayım dedim. :)

Filmin konusundan bahsetmeyeceğim, izlememiş olanlar bu yazıya daha fazla devam etmesinler. Spoiler vermemeye çalışacağız ama ister istemez önemli noktalara değinebiliriz :)

Filmin kurgusu gayet güzel, boş boş kötü adamların peşinde koşan süper kahraman filmlerinden değil kesinlikle. Kendi mantık çerçevesine sahip, aptal klişelere çok başvurmayan bir film olmuş. Loki kötü adama göre biraz sempatik biri bence. Kötü bir özellik gibi söyledim sanırım ama aslında hiç öyle değil. Filmlerde nefret uyandıran kötü karakterleri hiç sevmem, onları da kimse hatırlamaz zaten. Ama The DarkKnight’ın Joker’ini, The Silence of the Lambs’in Hannibal’ını bu yüzden kimse unutmaz. Elbette sempatik olduklarından değil ama akıllı kötü adamları canlandırdıkları için.

The Dark Knight demişken, birkaç benzerlikten bahsetmeden geçemeyeceğim. Loki, Joker kadar çok konuşmasa da onun gibi ne yaptığını bilen bir karakter olmuş. Yine benzer şekilde, yakalanmak için ortalıkta dolaşmaktan çekinmiyor ki, benim zaten bir planım var diyor. Bu arada ben filmlerde yapılan şeylerin yine filmde önceden anlatılmasını hiç sevmem, yani bir soygun yapılacaksa öncesinde bir grup insanın bu soygun hakkında konuşması bana çok saçma gelir, buna benzer şeyler bu filmde yok. O yüzden dizi yönetmeni dediğim Joss Whedon, beyazperdeye iyi bir başlangıç yapmış diyebiliriz. Ayrıca, The Dark Knight ile olan benzerliği de olumsuz olarak değerlendirmiyorum. Şu zamana kadar yapılmış en iyi filmlerden birinden esinlenmek ve bunu da doğru bir şekilde kullanmak oldukça önemli bir meziyet sonuçta.

4 Eylül 2012

The Dark Knight Rises

Birçokları zaten izlemiştir o yüzden bu filmle ilgili çok uzun uzun yazmayacağım. Film gayet güzel, oldukça ihtişamlı, aynı zamanda da akıcı. Ama... bu film sonuçta The Dark Knight'ın devamı olduğundan ve haliyle o filmle kıyaslandığından dolayı, oldukça iyi bir film olmasına rağmen, The Dark Knight'taki havayı veremiyor. Aslında vermesi de beklenemezdi zaten ama insan da heyecanlanıyor ister istemez. Tom Hardy'yi çok severim, o yüzden de Bane'i sevdim, ses de güzel olmuş. Ama Batman'ın silah yok politikası mantıksız olmuş, zira batpod heryeri patlatıyor maşallah. :) Ayrıca uçan zımbırtıyı da çok sevmedim, batpod daha çok görünseymiş daha iyi olurmuş bence. 

Neyse sonuç olarak film gayet güzel, hatta çok güzel ama The Dark Knight'tan iyi değil. O film farklı bir kategori içinde değerlendirilmeli sanırım.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 9/10


23 Şubat 2012

Tower Heist


Bizi takip edenler sadece çok sevdiğimiz filmlerin incelemesini yapmadığımızı bilirler. Bazen hiç sevmediğim bir filmle ilgili aşırı yazma isteği duyuyorum, bazen de çerezlik diye tabir edilen boş zamanlarda izlenebilecek filmleri önermeyi seviyorum. Nicholas Cage ve Nicole Kidman’ın Trespass filmi ilk kategorinin en iyi örneklerinden olurken, bugün incelemesini yapacağımız Tower Heist ise çerezlik filmler sınıfında yer alıyor.

Filmin yönetmeni Brett Ratner olurken, başrol oyuncu kadrosu biraz kalabalık: Ben Stiller, Eddie Murphy, Casey Affleck, Matthew Broderick ve Téa Leoni. Bunların içinde Matthew Broderick hariç diğerlerini severim. Broderick hem kötü bir oyuncu hem de oldukça itici bir tip gibi geliyor bana.

Ben Stiller, New York’ta yer alan süper lüks bir rezidansın yönetiminden sorumlu müdür olan Josh karakterini canlandırmaktadır. Haliyle bu rezidansın tüm sakinleri oldukça varlıklı kişiler ve bu “kule”de çalışanlar ise orta halli işçi sınıfından sıradan insanlar. Kule’nin terasında (penthouse) oturan bir borsa broker’ının kule çalışanlarına ait emeklilik parasını kaybetmesiyle birlikte Josh bu broker’ın evini soymaya karar verir ve bir ekip kurar.

21 Şubat 2012

Person of Interest


Yayın hayatına yeni başlayan birçok dizinin ilk 2-3 bölümünü izlerim. İzlerim ki, olası güzel dizileri sadece ülkemizde çok popüler değil diye kaçırmayayım. Bu şekilde başlayıp devamını getirmediğim bir sürü dizi oldu. Ama, Person of Interest kesinlikle bunlardan değil. :)

Önce kısaca diziden bahsedelim. Dizinin yaratıcıları J. J. Abrams ve Jonathan Nolan. Abrams’ın kim olduğunu bilmeyen yok zaten, o yüzden doğrudan Jonathan Nolan’a geçeceğim. Soyadı tanıdık olsa da aslında kendisi de benim için oldukça tanıdık. Christopher Nolan’ı ve haliyle Jonathan Nolan’ı ilk tanıdığımız filmin hikâyesinin sahibidir Jonathan Nolan. Kendisi daha sonra abisiyle beraber The Prestige’in ve The Dark Knight’ın senaryosunu yazmıştır. O yüzden yaratıcılığına çok güvenirim.

Person of Interest’i izlemeye başlamadan önce dizi hakkında çok bilgim yoktu, açıkçası konusunu bile bilmiyordum doğru dürüst, ama Abrams olduğu için işin içinde gizemli, sürekli belli bir konu üzerinde ilerleyen bir dizi bekliyordum. Elbette izlemeye başlayınca öyle olmadığını gördüm. Her iki tür dizilerden izlemeyi de severim doğrusu (yani her bölüm ayrı bir konuyu işleyen diziler ve sürekli aynı konuyu devam ettiren diziler). O yüzden herhangi bir hayal kırıklığım olmadı.

Dizinin iki ana karakteri var; birisi Lost’tan tanıdığımız Michael Emerson, yani Benjamin Linus, diğeri de dizilerde görmeye çok alışık olmadığımız Jim Caviezel. Frequency filminde tanımıştım Jim Caviezel’ı, o yüzden oldukça severim. Michael Emerson, Finch isminde gizemli bir iş/bilim adamını canlandırmakta iken, Jim Caviezel karanlık bir geçmişe sahip eski bir ajan (?) olan Reese karakterini canlandırmaktadır.

10 Şubat 2012

50/50


Uzun bir aranın ardından yeniden sizlerleyiz.  Ben bu dönemde çeşitli sorunları sonuca bağlamakla meşgul olduğumdan blog’a yoğunlaşamadım. Diğer yazarlarımız da sanırım, başka yazan olmayınca motivasyonlarını kaybettiler. Neyse ki yeniden beraberiz ve yeniden bir film eleştirisi yazmanın heyecanını yaşıyorum şu anda. :)

Ayrı kaldığımız dönemde çok fazla film de izleyemedim aslında. Bu filmler arasında çok iyiler de vardı, çok kötüler de. Zaten iyi ya da kötü söyleyeceklerimi zamanla burada paylaşıyor olacağım. Bugün çok beğendiğim bir filmle başlamak istedim: 50/50.

Genç yaşta kansere yakalanan Adam ve arkadaşı Kyle’ın hikâyesini izliyoruz filmde. Adam, oldukça düzenli, çalışkan ve sorumlu bir portre çizerken, en yakın arkadaşı Kyle ise daha başına buyruk, asi ve serseri (!) bir karakter gibi görünmektedir. Film boyunca Adam’ın mücadelesini ve Kyle’ın ona olan gizli desteğini izliyoruz.

Bazı filmlerde spoiler vermekten çekinmiyorum ama bu film için spoiler vermemeye çalışacağım, zira herkesin bu filmi izlemesini istiyorum. Kyle ile Adam’ın ilişkisi o kadar güzel ki filmde, burada bir şeyler söyleyip izlemeyenleri etki altında bırakmak istemem. Özellikle arabadaki kahve sahnesi ve sonrasında Kyle’ın evinde Adam’ın gördüğü kitap benim için çok etkileyiciydi.

Filmde komedi ve dram bir arada ve dengeli şekilde ilerliyor film boyunca. Birçok sahnede gülümsemenize engel olamayacağınız gibi, birçok sahnede gözyaşlarınıza da engel olamayacaksınız. Ben filmi çok beğendiğim için övgü dolu sözler yazmak istiyorum ama izleyecek olanları da yüksek beklenti içine sokmak istemiyorum, çünkü temel olarak 4-5 kişi çevresinde dönen ve basit şeyler anlatan çok güzel bir film var karşımızda.

Son olarak, filmin hikâyesi, senaristin hayatından esinlenmektedir. İzleyin derim. :)

Bu film için İzle veYorumla puanı: 9/10


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...