29 Haziran 2011

Das Experiment

Alman sinemasının tüm Avrupa (ve hatta dünya) sinemaları arasında özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Bu güne kadar getirdiği popüler -olabilmiş- ya da geri planda kamış bir çok filmin de anavatanı. Şöyle bir bakarsak Lola rennt gibi bir kurgunun, oyunculuğun, Der Untergang gibi Hollywood'a adeta "olayları bizim gözümüzden de bir görün" mesajını çok güzel verebilen, Das Leben der Andern ile bölünmüş Almanya'yı tüm çıplaklığı ile gözler önüne seren bir sinema.

Alman sinemasının son zamanlardaki en iyi yapımlarından biri de 2001 yapımı Das Experiment. Başrolde Lola rennt'in Manni'si Moritz Bleibtreu'yu görüyoruz. Film baskı altında insan psikolojisini test etmek isteyen bir grup bilim adamının ve deneklerinin 2 haftalık bir hücre deneyimini anlatıyor. Filmin yaşanmış bir olaydan esinlenerek yazılmış olmasını da not etmekte fayda var. Deneyin bir parçası olarak grubun bir bölümü gardiyan, geri kalanlar ise mahkum rolü ile "yapay hapishane"ye yerleştirilir. Zamanla iktidarın verdiği güç ile önce gardiyanlar yoldan çıkıyor.

İktidar Olmanın Dayanılmaz Hafifliği

Filmin can alıcı mesajlarından biri de iktidar aşkı ve otoriteye saygı. Eline güç geçen bir grup insan daha önceden hiç tanımadıkları, kişisel bir sorunları olmadığı insanlara şiddet uygulamaktan sakınmıyorlar. Aynı zamanda otoritenin emirlerine de sorgusuz bir şekilde boyun eğmekte bir beis görmüyor. Filmin bir bölümünde fizyolojik sorunları nedeni ile süt içemeyeceğini belirten mahkuma yapılanları buraya örnek olarak yazabiliriz.Deneyin kontrolden çıktığı an ise Denek No 77'nin kameralardan kaçırılarak işkence edildiği an. İşte tam da buradan sonra şiddetin dozu giderek artıyor, gerek denekler gerekse gardiyanlar artık rollerini öylesine benimsiyor ki sağduyu ve realite kavramlarını tamamen kaybediyorlar.

Kaybolan Kimlikler

Denekler yapay hapishaneye girdikleri andan itibaren kendi adlarını bırakıyor ve kendilerine atanmış numaralar ile birbirlerine hitap ediyorlar. Bunun yanında "otorite sahibi" gardiyanlara da "Bay Hapishane Gardiyanı" demeleri gerekiyor. Daha önce de belirttiğim gibi bir insandan adını almak onun kimliğini çalmaktır, onları tek tip giydirip numaralar ile çağırmak onun tüm geçmişini ve kişiliğini yok saymaktır. Bu kimlik kaybını en iyi anlatan cümle ise filmdeki şu cümleler;

                    Gardiyanı oynamıyorsunuz,

                    gardiyansınız.

Filmin son 20 dakikası ise aksiyon/gerilim ile şiddet pornosu arasında gidip geliyor. Ve bu şiddet o kadar içine çekiyor ki izleyiciyi, rahatsızlık duysak dahi bir sonraki karede neler göreceğimizi merak etmekten de kendimizi alamıyoruz. Şiddet ve yaşama azminin bir anda birleşip tavan yaptığı an ise Numara 77 ve "Bay Hapishane Gardiyanı" Berus arasındaki son sahneler.

Özetlemek gerekirse Alman sinemasını tanımak isteyenler, psikolojik ve fiziksel şiddetten rahatsız olmayacak psikolojik/gerilim türünü sevenler için biçilmiş kaftan.



28 Haziran 2011

Sucker Punch

Geçenlerde Sucker Punch isimli filmi izledim. İzlemeden önce filmin ne fragmanını izledim ne de konusundan haberim vardı. Sadece afişi ve filmin adı hoşuma gitmişti.

Bu film belki de hayatımda izlediğim en güzel açılış sahnesine sahip. İlk 10 dakikada filmde yaşanacak olayların temelinde neler olduğunu anlamamız adına kısa bir özet geçiliyor ve o kadar güzel çekilmiş ve sahnelenmiş ki hayran olmamak elde değil. Renkler, sahne tasarımı gerçekten muhteşemdi.

Film fantastik öğeleri ve dramı çok iyi kurgulamış bence. Araya aptalca açıklamalar da sıkıştırılmamış ki bu tip her şeyi açıklamaya çalışan filmler çoğunlukla kötü gişe filmleri ya da aptal genç filmleri oluyor. Bu film kesinlikle bu kategorilerin çok ötesinde. Elbette bazı eksiklikler de yok değil filmde. Filmdeki tonlar genellikle Matrix’i andırıyor, 1-2 öğe daha vardı Matrixvari duran ama şimdi hatırlayamadım bi türlü. Ayrıca yaratıklar da biraz Yüzüklerin Efendisi’ni hatırlatıyor. Oralardan çalmışlardır demiyorum ama böyle çağrışımlar olabileceğinin düşünülmesi gerekirdi. Matrix ortamı filme gayet güzel oturmuş ama fantastik öğeler biraz eksik kalmış gibi sanki. Ayrıca efektler biraz zayıf kalmış. Az olduğu için değil ama bazı sahnelerde fantastik öğelerin bir animasyon gibi durması beni rahatsız etti. Biraz daha paraya kıyılıp daha iyi efektler elde edilseymiş film dünyasındaki yeri daha sağlam olurmuş gibime geliyor.

Filmin yönetmeni Zack Snyder. Daha önce Watchmen ve 300 gibi filmlerden hatırlarız kendisini ve oldukça da severiz. Özellikle Watchmen’ı çok severim. Sucker Punch filminin bir diğer zayıf tarafı da fantastik öğeler filmin konusunun üzerine geçmiş biraz. Bence daha iyi bir kurguyla bunları dengelemek mümkündü.

Son bir şey daha; bu film de Machete gibi bir orta karar film değil. Bu filmi ya seversiniz ya nefret edersiniz. Fantastik filmleri sevenler bu filmi mutlaka severler, bunun dışındakiler için kesin bir şey söylemek mümkün değil.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 7,5/10


14 Haziran 2011

LOST: Yorumlar

Lost dizisiyle ilgili Abbas Ustaoğlu isimli izleyicimizle aramızda geçen bazı yorumları çok beğendiğimiz için ana sayfamızdan herkesle paylaşmak istedik. İtalik yazılar Abbas Ustaoğlu'na aittir.
Lost'un bitmesiniin ardından diziyle ilgili yapılan olumsuz eleştirilerin odak noktası haline gelen "herşeyi açıklamayan finali" benim için senaristin yorumuyla daha anlamlı hale geliyor. Lost aslında bize ne anlatıyor sorusunun cevabının temeline insanı koyan bu yorum Lost'un nasıl bu nitelikte bir kaliteyle kitlelere ilham veren bir dizi olduğunu gayet iyi ortaya koyuyor.
Aynı ellerden çıkan benzer argümanlara dayanan Fringe gibi bazı bilimsel verilere dayanan ama ispatlanabilirlikten uzak kurgusal bir son uydurmakla bazı izleyenlerini muhakkak rahatlatabilecekken bu şekilde bir yorumlamayla sonlandırılması dizinin ruhuna bence çok daha uygun olmuştur.
Kısmen katılıyorum söylediklerinize. Aklın sınırlarını zorlayan abuk bir final yerine böylesi bir final daha yerinde olmuş, o konuda haklısınız.

Ancak, benim beğenmediğim kısım, finalde herşeyin açıklanmaması değil. Senaristlerin yaptığı açıklamalarla dizinin sonunun uyuşmamasıdır. Yoksa dizinin final bölümünü gayet başarılı buldum. Desmond'un herkesi bir araya getirmesi, oradaki hikaye bence çok güzeldi.

Fringe ise Lost ile aynı kategoride değil bence, Lost hafif bilimkurgu olabilir ama Fringe tam anlamıyla bir bilim kurgu dizisi. Bu dönemde bilim kurgu dizisi değil filmini bile bulmak oldukça zorken, Fringe'ın varlığından ben memnunum açıkçası :) Bazı bölümler çok abartı, ona katılıyorum.
Fringe ve Lost'u aynı kategoriye almamak konusundaki görüşünüze tamamen katılıyorum. Benim o noktada anlatmaya çalıştığım, günümüzün popüler konularından quantum fiziği üzerinden senaryo yazılması hususundaki benzerlikleriydi. Fringe ilgiyle 3 sezon takip ettiğim bir dizi oldu ki bilim kurgu noktasında çok sınırlı olan yapımların içinde nadir başarılı bulduğum bir çalışmadır bana göre.

Lost'a geri dönersek, bütün dünyada milyonlarca insana hitap eden büyük ticari başarı yakalamış bir dizi olması bağlamında bakarsak, Lost'u yaratan ve bugunlere getiren insanlar yayınlandığı dönemki konjonkturel etkilerden ister istemez nasiplerini almışlardır. Lost'un finalinin ardından bir süre sonra yayınlanan Benjamin Linus eksenli ilave bölüm ile görülen (DVDler), bu ticari başarının nimetlerinden uzun vadeli olarak yararlanma konusunda açık bir kapı bırakıyor intibası uyandırmaktadır. Bugun için bile her ne kadar sonlanmış olduğu kabul görse de yayınlandığı dönem aralarında ilgiyi sıcak tutmak gayesiyle kısa kısa verilen ''mobisodes'' lar örneğinde görülen mantıkla geriye dönük eklemeler yapılarak istenen tüm sorulara cevap verme seçeneği oldugunuda göz ardı etmemek. Gönül ister ki Lost yayınlanmaya bir şekilde devam etsin ve biz yine aynı heyecanı duyalım.
Aslında Benjamin Linus'ın kutup ayılarını açıkladığı kısa bölümün ardından bunun gibi birkaç bölüm daha gelir diyordum ama henüz gelmedi, bakalım belki de ileride filmi yapılır kim bilir. Dediğiniz gibi keşke devam etseydi de izleyebilseydik.

Sanırım final ne şekilde yapılırsa yapılsın birçoklarını memnun etmeyecekti. Belki de bazı şeylerin izleyenlerin yaratıcılığına, hayal gücüne ve dizi boyunca hissedilenlere bırakılması en doğrusu oldu.

Fringe ile ilgili olarak da, ABD'de izleyici sayısı son sezonda baya bi düşmüş, umarım iptal edilmez.


Fringe 4. sezon anlaşmasını imzaladı şeklinde haberler söylenti şeklinde dolaşıyor, umuyorum ki aslı vardır ve biz ilk 2 sezondaki tadı bulamasak da Walther Bishop'tan mahrum kalmayız.
Lost'la ilgili bir ekleme yapmak istiyorum. Yapım kalitesi oyunculuklar kurgu mekan kostüm seçimi vesaire konulardaki durumu ayrıca konuşulabilir olmakla birlikte bunlardan ayrı tutarak lostla ilgili en başarılı bulduğum nokta, karakterler üzerinden günümüz modern toplumundaki insani problemlere ayna tutabilmesindeki başarısıdır heralde. Karakterle tamamen özdeşleşmeye bile gerek kalmadan onların insani durumlarını ve duygusal açılımlarını içselleştirebilmeye bu kadar güzel imkan vermeyi başaraabilmiş başka bir yapım ilk etapta aklıma gelmiyor.
Lost konusundaki sözlerinize katılıyorum, ama birşeyi eklemeden geçemeyeceğim. Lost'ta herşeyin bir anlamı vardı, yani herşey ya bir mitolojik olayla/kişiyle ya da tarihte önemli yer edinmiş kişiliklerle bağlantılıydı. Sahilde bulunan yıkılmış heykel, Dharma'nın istasyonları, John Locke ve daha bi dolu gönderme var dizide, bu açıdan bile çok önemli bir yere sahip benim için.

Fringe konusunda ben de umutluyum, zira iptal edilecek olsaydı şimdiye kadar haberleri gelirdi diye düşünüyorum. Bakalım bekleyip görücez.
İktisatta Ceteris Paribus şeklinde bir tabir vardır. Olaya etki eden faktörlerden yalnızca bir tanesinin o olaya yaptığı etkiyi gözlemlemek için etkisi incelenen faktör dışındaki tüm faktörler incelemeyi kolaylaştırmak amacıyla etkisiz yada yok farzedilir.
Benim yaptığım yorumda diğer konuların etkisini bir an için görmezden gelerek anlatmaya çalıştığımı daha iyi açıklamaya çalışmaktı.
Lost'un tarihsel ve mitolojik öğelere yer vermesi, göndermelerde bulunması hatta hatta bir dönem olayın çıkış noktası olarak Eski Mısır'ı göstermesi kuşkusuz beni de çok heyecanlandırdı. Lost'u takip eden kitle içersinde bir kesim bu tip referanslar verilmesinden hareketle Lost'un hikayesinin bir şekilde tarihsel-mitolojik bir eksene bağlanabileceğini öngördü ki ben de kısmen bu kitleye dahildim.
Sonuç olarak Lost'un insanlığın ortak kültürel mirasını ve inançlar sistemini (tek tanrılı çok tanrılı) senaryoya aktif şekilde dahil etmesi diziden alınan keyfi arttırması kadar her dinden ırktan insana hitap edebilmesine de imkan verdi.
Aslında bence bu bağlamda Lost adası yaşadığımız dünyanın micro düzeyde bir yansıması olarak da görülebilir.
Küreselleşme olgusunun giderek tüm dünyayı etkisi altına alarak vazgeçilemez bir olgu haline geldiği günümüzde farklı kültürlerin bir arada beraber yaşamasının güzel bir örneğini vermektedir. 
Abbas Ustaoğlu'nun son söyledikleri diziyi belki de en iyi anlatan cümleler. Bunların üzerine başka birşey eklemeye gerek görmüyorum. Bu yorumlar yapıldığı sırada Fringe'in akıbeti henüz belli değildi, ancak o dönemlerde yapılan bir açıklamada Fringe için 4. sezonda anlaşıldığı belirtilmişti. Sabırsızlıkla bekliyoruz.

9 Haziran 2011

Stay

Facebook sayfamızdan bir izleyicimizin önerisi üzerine, Stay filminin analizini yapacağız bugün, Türkçeye çevrilen adıyla Gitme. Filmin başrollerinde Ewan McGregor, Ryan Gosling ve Naomi Watts yer alıyor.

Filmin çok kısaca konusundan bahsedeyim önce: Psikiyatrist Sam Foster (Ewan McGregor) ile depresif görüntü çizen Henry Letham’ın (Ryan Gosling) ilişkisini anlatan bir film bu. 21. doğum gününde, yani Sam ile tanıştıktan 4 gün sonra, kendisini öldüreceğini iddia etmektedir Henry. Sam’in bunu önleme adına mücadelesini izliyoruz film boyunca.

Filmde sahneler arasında çok yaratıcı geçişler var. Filmi daha iyi yapmıyor elbette bu ayrıntılar ama filmi kesinlikle daha ilginç ve artistik yapıyor. Stanley Kubrick filmlerinde olurdu böyle ilginç açılardan sahne çekimleri, Stay filminin başında da benzer sahneler görmek mümkün. Ayrıca filmin havası da konuyla çok mükemmel olmuş. Filmdeki melankolik, depresif hava gerçekten çok etkileyici ve kesinlikle yapay durmuyor.

Bu film ortalama bir film değil, yani bu filmi ya seversiniz ya da çok saçma bulursunuz, hatta belki anlamak için ikinci defa izlenmesi bile gerekebilir. Sadece anlamak için değil, çok önemli detayları yeniden yakalamak için de ikinci defa izlenebilir. Filmin replikleri çok iyi, her şey çok ince düşünülmüş ve yazılmış. Mantıklı bir film bekliyorsanız bu filmi izlemeyin, ya da derinlikli karakterler görmek istiyorsanız da bu filmi izlemeyin, bu filmi sadece düşünmeden izleyin ve açık görüşlü olun. Film boyunca tüm detayları yakından takip edin ama bir sonraki sahnede ya da filmin sonunda ne olacağını tahmin etmeye çalışmayın.

Bu filmi spoiler vermeden anlatmak mümkün olmadığından yazının bundan sonraki bölümünü filmi izlemeyenlerin okuması uygun olmayabilir.

Film sadece sondan ibaret olan bir film değil kesinlikle, filmin sonu filme tamamıyla farklı bir anlam katıyor ve filmdeki her sahneyi her ayrıntıyı daha önemli bir hale getiriyor. Filmi izlerken sıkılabilirsiniz belki ama sabırlı olmakta her zaman fayda vardır :) Uma Thurman’ın oynadığı Life Before Her Eyes filmini izlerken ne kadar sıkıldığımı hatırlıyorum, bu filmin amacı ne acaba, neden çekmişler dediğimi hatırlıyorum ama film bittikten sonra, filmdeki her sahnenin ne kadar anlamlı olduğunu anladım. Bu film de biraz buna benziyor, sadece Stay filminin daha sanatsal yapısı ve iyi oyunculuk film boyunca sıkılmamı engelledi. Son olarak Ryan Gosling’in oyunculuğunu çok beğendiğimi belirtmek isterim.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 8/10


8 Haziran 2011

Unknown

Bazı filmler vardır izlerken sıkılmazsınız, oldukça da beğenirsiniz ama hiçbir zaman böyle filmler en beğendiğiniz filmler listesine giremezler. Çünkü bu tip filmlerde hep bir şeyler eksiktir. Türkçeye “Kimliksiz” olarak çevrilen “Unknown” isimli film de bu filmlerden biri.

Filmin başrollerinde benim hem ses tonunu hem de film seçimlerini çok beğendiğim Liam Neeson, henüz tam anlamıyla star olamamış Diane Kruger ve Mad Men’den tanıdığımız January Jones yer alıyor. Film türün gereklerini yerine getirip çok lafı dolaştırmadan konuya giriyor ve ilk 5 dakikadan sonra gizemli dakikalar başlıyor:

Berlin’e eşiyle beraber konferans için gelen Martin Harris, havaalanında unuttuğu çantasını almak için bindiği taksinin nehre uçması sonucu bir travma yaşar ve kısmen hafızasını kaybeder. Daha sonra parçaları birleştirip, karısının kim olduğunu ve niçin Berlin’de olduğunu hatırlayınca karısını bulmak için otele gider ancak ne otel görevlileri ne de karısı adamı tanımamaktadır, üstüne bir de kadının aynı isimli bir kocası bile vardır. Bunun üzerine bir süre kendisi de şüpheye düşen Martin, bir adamın kendisini öldürmeye çalışmasıyla şüpheyi bırakır ve kimliğini aramaya, sorduğu sorulara cevap bulmaya çalışır.

Bu bir aksiyon filmi değil, ama yine de yönetmen heyecan olsun diye bir araba kovalama sahnesi koymuş filme ve bence hiç güzel olmamış. Bir şey filmin gidişatına uymuyorsa ve en iyisini yapmayacaksanız hiç yapmayacaksınız. Sahne çok basit olmuş ve filme de hiçbir şey katmıyor doğrusu. Onun dışında gerilime odaklanmış olmasında bir problem yok.

Ancak filmin ilerleyişi açısından bazı problemleri var filmin. Filmin sonuna kadar gerçekte olayın ne olduğunu öğrenemiyoruz, ama dönem dönem çeşitli olaylar açıklığa kavuşturuluyor. Ancak, bu olaylar birden, seyirciyi hayrete düşürecek şekilde olmuyor. Yavaş yavaş gelişiyor sahne ve biz bir şekilde film olayı açıklamadan anlamış oluyoruz, bu da bizdeki filme karşı olabilecek hayranlık hissini azaltıyor doğrusu. Gizemli filmler içinde en güzel sonlardan biri David Fincher’ın “The Game”inde görülebilir. Bu film The Game ile kıyaslanmaz elbette ama yine de sıkmayan ama çok da derinliği olmayan izlenebilecek bir film.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 6,5/10



6 Haziran 2011

Amores Perros

Amores Perros Türkçe ismiyle Paramparça Aşklar ve Köpekler. Bir kazayla kesişen 3 hayatı muhteşem bir dille anlatan  Alejandro González Iñárritu nun ilk uzun metrajlı filmidir.

Filmde birbiriyle bağlantılı olan 3 trajik olay anlatılmaktadır. Başlangıçta abisinin karısı Susana’ya aşık olan Octavio’ nun hikayesi yer alır. Octavio,  Susana ile yaptığı kaçış planları için köpeği Cofi’yi köpek dövüşlerine sokar ve başlangıçta tahmin etmediği kadar çok para kazanır. Aynı zamanda anlatılan ikinci hayata bir kazayla müdahil olup her şeyi değiştirecektir.

İkinci kısımda ise; kaza sırasında tekerlekli sandalyeye mahkûm kalan ünlü model Valeria’nın hayatında meydana gelen trajik olaylar işlenmiştir. Ailesini ve çocuklarını kendisi için terk eden Daniel ile başlayacağı ilişkinin ilk gününde geçirdiği bu kaza birlikteliklerini yıpratacaktır. Aynı zamanda en sevdiği köpeği Richie’nin kayboluşu ile boşluğa düşen Valeria hayata tutunabilecek midir?


Karısını ve 2 yaşındaki çocuğunu ülkesini kurtarmak düşüncesiyle terk eden El Chivo’nun gerillalara katılmasından sonra hayatının nasıl değiştiği gözler önüne serilmektedir üçüncü kısımda. Hayatını çöp toplayarak ve hırsızlık yaparak geçiren El Chivo köpekleriyle yaşamaktadır. Kaza sırasında ölmekte olan Octavio’nun köpeği Cofi’yi evine alarak iyileştirir. Cofi’nin evdeki tüm köpekleri öldürmesinden sonra El Chivo’nun değişim süreci başlar ve bugüne kadar cesaret edemediği olayı gerçekleştirmek ister; kızıyla yüz yüze gelmek…

Hikâyelerde bazı hayatlar sonu yaşarken bazıları yeni başlangıçlar yapmaktadır. Yönetmen filmin en can alıcı noktalarında gerek replikleriyle gerekse kamera açılarıyla çok başarılıdır.



Just Go with It

Uzun zamandır Adam Sandler filmi izlemiyorduk. Geçen sene Grown Ups’ı izlemiştim ama pek beğenmemiştim. Aslında kötü bir film değildi ama oyunculardan dolayı beklentim biraz yüksekti sanırım. Jennifer Aniston’ı Friends dizisinden dolayı çok severim, bu sebeple onun oynadığı filmler hep bir adım öndedir benim için. Nicole Kidman da sanırım biraz hava değişikliği olsun diye katılmış bu filme. Zaten kendisini çok sevmediğim için itici karakter üzerine tam oturmuş :)

Filmde Adam Sandler’ın filmlerinde görmeye alışık olduğumuz birçok öğe mevcut. Ezik bir geçmişten başarılı bir geleceğe uzanan bir adamın hikâyesini izliyoruz filmde. Kadınları tavlamak için evliymiş ancak karısından zulüm gören bir adammış gibi davranıyor ve oldukça başarılı da oluyor. Birçok olayda abartılar mevcut, normalde film içi tutarsızlıkları sevmediğimi okuyucularımız bilir, ancak bu film için bu durum geçerli değil. Zira Adam Sandler oynuyorsa çok fazla mantık aramamak lazım, abartılar bu filmlerin doğasında var zaten.

Jennifer Aniston’a orta yaşlı ama seksi kadın rolü yakışmış doğrusu. Biraz oyunculuk tekdüze olsa da çok hor görmemek lazım :) Sonuçta izlediğimiz, derinliği olmayan komedi ağırlıklı bir romantik komedi. Yaratıcı oyunculuk beklemek doğru olmaz. Adam Sandler’ın yanıp tutuştuğu yeni yetme kızın Aniston’a sürekli yaşlı muhabbeti yapması ne kadar sinir bozucu olsa da ona verilen cevap da o kadar güzeldi.

Spoiler vermemek için burada keseceğim ama Adam Sandler filmlerinde görmeye alışık olduğumuz Rob Schneider’in bu filmde kısa da olsa bir rolde oynamamasına üzüldüm doğrusu.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 6,5/10


4 Haziran 2011

Barfly

Nedense 1970-95 arası çekilen filmlerin doğallığı artık yok gibime geliyor, belki boyumdan büyük bir deyiş olacak ama sanırım sinemanın altın çağı bu 25 yıl imiş. düşününce bir white men can't jump, bir apocalypse now, das boot, full metal jacket, scarface ve daha niceleri bu dönem içinde üretilmiş eserler. sanki onlarda beni özel efektlerden daha çok etkileyen bir şey var. Tam olarak söyleyemesem de. bu; senaryosu, oyuncuları, dönemin modası, dönemin müziği, o filmlerin soluk ama hoş rengi olabilir. ya da bunların hepsi. bu günün 3 boyutlu sinemasında, milyon dolarlık yapımlarında olmayan bir şeyler var özetle. bu gün yine bu dönemden (ve sevdiğim bir adamın kaleminden) gelen bir filmden bahs etmek istiyorum.

Senaryonun yazarı ve aslında hikayesi anlatılan adam charles bukowski her ne kadar beat generation'dan mı değil mi dense de naçizane ben onu bu kuşak içinde değerlendiriyorum. Film aslında başta factotum olmak üzere yazarın kendi kaleminden çıkmış bazı kitaplarından ve hikayelerinden oluşmakta. Filmde genel olarak charles bukowski'nin hayata bakışı net bir şekilde anlaşılıyor.

--- spoiler ---
Burası herkesin bir şeyler yapmak zorunda olduğu bir dünya. bilirsin, biri, bu "herkesin bir şeyler yapması gerekir" kuralını koymuş. Bir şey olmak zorundalar. bilirsin, dişçi, planör pilotu, narkotik, kapıcı, vaiz filan. Bazen yapmak istemediğim şeyleri düşünmekten yoruluyorum olmak istemediğim tüm şeyleri gitmek istemediğim tüm yerleri, hindistan gibi dişlerimi temizlettirmek gibi.
--- spoiler ---

Hank'ın bu sözlerini toplumun ona giydirdiği kıyafetleri beğenmemesi, onları çıkarıp atması çırıl çıplak kalıp deli damgası yemesi olarak yorumlayabiliriz ama onu kim suçlayabilir ki? Dövüşmekten belki de dayak yemekten hoşlanan, işsiz, kalacak yeri olmayan, düşkün bir adam değil mi o? Oysaki zengin, düzenli bir işi olan, vergilerini ödeyen "iyi bir vatandaş" olması öğretilmedi mi ona?

Bunun yanında izlediğim diğer bukowski uyarlamalarına kıyasla (ki bunlar factotum(2005) ve storie di ordinaria follia (1981)) mickey rourke kafamda canlanan karaktere en yakın performansı sergilediğini söyleyebilirim (hatta ilk önce bu filmi izleyenlerin diğerlerinde hayal kırıklığı yaşayacağını bile idaa ederim). Tam da okurken hayal ettiğiniz gibi sarhoş, işe yaramaz, garip yürüyen ama öte taraftan entelektüel (evet entelektüel), kızamayacağınız hınzır bir adam wanda'nın deyimiyle:

--- spoiler ---
Sanki mavi kanlıymışsın, sanki kraliyet ailesindenmişsin gibi davranıyorsun.
--- spoiler ---

Özetle film hank'ın da dediği gibi "sokakların adamınının" ya da "bir yazarın" hayata, insanlara, kadına, içkiye bakışını anlatıyor. Bukowski sevenler için iyi bir film , sevmek isteyenler için çok iyi bir başlangıç olabilir.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...