2 Kasım 2011

La Leggenda del Pianista sull'Oceano

İtina ile hazırladığım kaçırılmaması gereken filmler listesinde Mr. Nobody'den sonra bu kez bir Giuseppe Tornatore yapımı var. Başrolde Tim Roth ve Pruitt Taylor Vince yer alıyor. Türkçe'ye 1900 Efsanesi olarak geçen, orijinal adı İtalyanca olsa da dili İngilizce olan bu film; toplamda yaklaşık 3 saat sürse de, yetişmeniz gereken bir yer olmadığı takdirde, bir solukta bitiveriyor ve izleyende defalarca izleme arzusu yaratıyor. Filmin alt başlığı :

An epic story of a man who could do anything,
except be ordinary.


Konu özetlenecek olursa, film gemide doğup büyüdüğü için ruhunu gemiye olduğu kadar okyanusa adamış bir adamın (lakabı 1900), gemiden ayrıldığı takdirde ona vaadedilecek harikulâde(!) hayatın, ondan alacağı değerlere değip değmeyeceğini anlamaya çalışmasını anlatıyor. Gemiden henüz hiç ayrılmadığından karada yaşayan insanların akıllarındaki soru işaretleri ne onda var ne de anlayabiliyor onları. Onu gemide kalmaktan vazgeçirebilecek tek bir şey var. Aşk! Bir kadına duyulan mı? Hayır. Peki ne için sonunda ayrılmaya karar veriyor 1900? İzleyin ve görün. Pişman olmayacaksınız.

İçerdiği müzik ziyafeti için bile değer izlemeye ki filmdeki ana tema zaten müziğin kendisi, bizi anlatışı...
"See that woman over there for example? She looks like someone who has just killed her husband with the help of a young lover and she's running off with the family jewels. Don't you think this music's her? Or see that guy over there? He can't forget a thing.
His head is bursting with memories, but there's nothing he can
do about it. Listen to his music."
Son olarak Tim Roth'un salt varlığı bir yana, hem anlatıcı hem de yardımcı oyuncu rolündeki Max (P. T. Vince) sizi de hikayenin içine çekiyor ve siz birden bire gemideki yolculardan biri oluyor ve filmin adına yakışır şekilde efsanevi bir hikayeye bizzat tanık oluyorsunuz.
"We played to make them dance. because when you dance you cant die and you feel like God. We played ragtime, because that's the music God dances to when nobody's watching him; assuming God is black."

All passengers on board please!

25 Ekim 2011

Mr. Nobody


İzle ve Yorumla'nın ağına bugün Jared Leto, Diane Kruger ve Sarah Polley'nin başrollerini paylaştığı Mr. Nobody takıldı.


Hayat seçimleri zorunlu kılıyor, seçimlerse hayatın akışını belirliyor. Kadere mi inanmalı daha çok, yoksa tesadüflerin hayatımızdaki yerinin de hakkını vermeli mi? Rastlantılar, bir noktada kesişen başka bir noktada ayrılan yollar... Gelecek ne kadar öngörülebilir? Ne kadarıyla öngörülebilir? Sadece birkaç saniye bile sürprizler doğurabilecekken, aylar ya da yıllar işin içine girdiğinde en kolay görünen seçimleri yapmak bile nasıl mümkün olabilir? Bütün bunlar bu filmde müthiş bir sentezle seyirciye sunuluyor.


"You cannot go back, that's why it's hard to choose. You have to make the right choice. As long as you don't choose, everything remains possible."

Bu konu benzer biçimde The Butterfly Effect ve Sliding Doors adlı filmlerde de işlenmişti ancak bunu düşünerek bu filmi es geçmemeli; zira bu filmde diğerlerinden farklı olarak, detaylar konunun bütününden çok daha çarpıcı. Karakterler özenle seçilmiş, replikler kadar bakışlar da anlamlı ve etkileyici. Hiçbir nesne, sararmış bir yaprak bile öylesine kullanılmamış, hep bir amaca hizmet etmiş; hep bir sonuca bağlanmış ayrıntılar. Oyunculuklar kusursuz, özellikle Thomas Byrne (Nemo, 9 yaş), küçük yaşına rağmen harika bir performans sergilemiş. Hele ki müzikleri bazı sahnelerde amacını aşıyor ve filmden koparabiliyor izleyeni. Zaten Erik Satie ve Otis Redding gibi isimler de varsa, film defalarca izleniyor, müzikleri haricen dinleniyor, filmin replikleri müziklerinin içine yedirilerek playlistlerde yerini alıyor. Tek kızgınlığım filmde yer alan ariaların ne jenerikte ne de OST albümünde görülemiyor olması. Ah Pavane, bir de sen mahvettin beni!

"Why am I me and not someone else?"
"In chess, it's called Zugzwang when the only viable move is not to move."

Yazan ve yöneten Jaco Van Dormael belki de sırf Kelebek Etkisi adlı filmden bir parça da olsa esinlendiğini belirtmek istercesine şöyle bir repliğe yer vermiş filmde: 'Sen hiç "Kelebek Etkisi" diye bir şey duydun mu?' Kanat çırpışıyla bambaşka bir zaman ve mekanda fırtınaya neden olan rengarenk bir kelebek görülüyor sonra ekranda. Belki de yönetmen tam da bu sahnede "Kelebek etkisi işte budur!" diye haykırıyor.



Mr. Nobody, Van Dormael'in yazıp yönettiği 3. uzun metrajlı film. Filmler beşer yıl arayla çekilmiş. Diğer ikisi de Mr. Nobody gibi birçok ödül kazanmış, birçok ödüle aday gösterilmiş, birçok festivalde yer almış filmler. Bunların dışındakiler çoğunlukla kısa filmler ve belgeseller. Belki de yönetmen karakterlerden birini bu belgesel merakı yüzünden araştırmacı/bilim adamı yaparak, filmde bilimin cevabını henüz tam olarak bulamadığı sorulara yer vermiş. İnsan davranışlarının hormonsal kökleri, hayvan ile insan davranışları arasındaki benzerlikler, uzay-zaman ilişkisi... Bütün bunlar bize yönetmenin az ama öz üreten, itinayla çalışan biri olduğunu kanıtlıyor.


"There comes a time when everything seems narrow. Choices have been made, I can only continue on. I know myself like the back of my hand, I can predict my every reaction. My life has been cast in cement with airbags and seatbelts. I've done everything to reach this point and now that I'm here, I'm fucking bored. The hardest thing is knowing that I'm still alive.."

Zevkini beğenip önerilerine kulak verdiğim bir arkadaşımın bu film hakkındaki yorumunu paylaşarak sizi bu filmle baş başa bırakıyorum:
"Hayatın ne olduğunu, aslında yaşadığımız iyi veya kötü şeyleri hak ettiğimiz için değil; sadece olasılık dahilinde oldukları için yaşadığımızı, aşka bir başka açıdan bakmayı, hatta aşkın neden var olmadığını anlatan harikulade film."
Carl Sagan yaşasaydı da izleseydi...

10 Ekim 2011

Crazy, Stupid, Love


Aşk ne kadar çılgın ve aptalca olabilir? Bu filmin izledikten sonra bu sorunun cevabını yeterince doyurucu bir şekilde alacağınızı garanti ediyorum.

Film bir restorantta masaların oturan çiftlerin şık ayakkabılarını ve o ayakların yaptığı çapkın hareketleri gösteriyor. Bu sahneden bile ayakları gösterilen çiftlerin birbirine olan ilgisini anlıyorsunuz. Gel görki kamera en son olarak şık bir topuklu ve New Balance spor ayakkabi giyen bir çiftin durduğu masada duruyor ve kamera masa hizzasına çıktığında yiyeceği tatlıyı seçmeye çalışan Cal Weaver (Steve Carell) ve eşi Emily'ye odaklanıyor (Julianne Moore). Cal'in tatlı olarak Creme Brulee, Emiliy'nin ise boşanmayı istemeyi söylemesiyle 118 dakika sürecek olan heyecan ve kahkaha fırtınası start alıyor.

Aslında kendimi bir sinema sever olarak son zamanlarda çok şanşlı hissediyorum. Son zamanlarda gittiğim hiçbir film beni yanıltmadı.  Crazy, Stupid, Love'da  (Artık CSL diye bahsedeceğim) buna bir istisna değil.

Film her şey bir tarafa senaryosuyla izleyici karşısına 1-0 önde çıkıyor. CSL kendi türünden birçok filmin düştüğü hataya düşmeyerek komedi, drama ve romantizmin kıyılarında bu saydıklarımdan bazen biri bazende bir kaçında tavan yapacak şekilde kendini dengede tutuyor. Ayrıca kendinden beklenmeyecek twistlere de (dönüm noktalarına) sahip olmasıyla beni ciddi ciddi şaşırtmasını da bildi.

Senaryonun usta elinden çıktığını anlamamızı sağlayan başka göstergelerde her karakterin içinin dolu ayrıca filmde bir ağırlığının olması ve seyircinin kafasında hiçbir soru işareti bırakmaması bence.

Gelelim oyunculuklara (şu an gülümseyerek avuçlarımı birbirine sürtmekle meşgulum). Önce mazlum sonra mağdur (hem de ne mağdur). :) Steve Carell'a saygım bu role kattığı derinlik ve sağlamlık ile bir kat daha arttı. Bir insan bu kadar mı hem yıkılmış bir karakteri oynayıp komik olur ve bunu insanı irrite etmeden yapar.

Ryan Gosling'i  The Notebook, Remember The Titans ve Blue Valentine'dan hatırlasam da (yeni filminin ismi Drive) o donuk surattan ve mükemmel fiziğinden (emeğe saygı lütfen) beklenmedik bir şekilde canlı ve derin bir oyunculuk sergilemekte. Ayrıca Marisa Tomei (yaşlansa da güzel)  ve Kevin Bacon ise verilen yan rollerde kendi kalitelerini gösteriyorlar.

Oyunculuklar ile ilgili olarak iki kişiye daha değinmek istiyorum. Bunlardan biri Cal'in oğlu olan ve bakıcısına aşık, 13 yaşında sınır tanımaz bir çocuk olan Robbie ve onu mastürbasyon yaparken yakalayan   Cal'e (Steve Carell)  önce gizliden gizliye sonra açıktan açığa (hemde ne açık) :) aşık olan 17 yaşındaki  Jessica. Aslında söylenecek çok şey olsa da sadece bu ikiliye ileride dikkat edin demekle yetineceğim.


Film kendisinden önce binlerce Hollywood vari romatik-komedinin (dramı da unutmayalım)  ruhumuzda yarattığı tahribata inat türdeşlerinin düştüğü klişe ve bayağılıklara düşmeyerek benim takdirimi kazandı. Açıkçası belki bir bilimkurgu filmi sizi bir şekilde iki saat meşgul edebilir ama bu tipte bir filmin seyirciye gözünü kırpmadan kendini izlettirmesi benim pek rastladığım bir olay değil.

Netice itibariyle belki bu film Oscar'ı alamayacak ama romantik komedi ishali olan Hollywood'tan hala güzel filmlerin çıkacağına dar inancımı güçlendirecek kadar esaslı bir film olduğunu bana kanıtladı.

Umarım sizde bu filmi benim izlediğim kadar büyük bir keyifle izlersiniz. Düşündüm de, hayır, eminim ki,en az benim kadar keyifle, bolca gülerek hatta zaman zamanda hüzünlenerek izleyeceksiniz.

Sinemasız kalmamanız dileğiyle.

IMDb notu: 7.8
İzle ve Yorumla Notu: 8.5
Bunu seven bunu da sevdi: Love Actually, Hitch, Bridesmaids

3 Ekim 2011

Midnight in Paris


Bu sefer bir Woody Allen filmi ile karşınızdayız sayın seyirciler. Açıkçası önyargılı davranarak geç izlemeye başladığım Woody Allen filmlerine rağmen (Scoop veVicky Cristina  Barcelona) bu film IMDb'nin kendisine verdiği 8,1 puanı sonuna kadar hakettiğini söyleyebilirim.



Genelde Woody Allen filmlerinde başrol New York'tur fakat görünen o ki Woody (samimiyetten) ;) elini attığı her şehri kendine göre ve müthiş bir görsellikle yorumluyor. Barcelona'da örneğini gördüğümüz bu durum Paris'te günümüz ve 1920'ler arası geçişlerde çok daha fazla ön plana çıkıyor.

Filmin konusu için evlenmek üzere olan ve gıcık nişanlısı, müstakbel kayınvalide ve kayınpederiyle Paris'e gelen Gil isimli bir yazarın yaşadığı çelişkileri, geçmişe olan saplantısını ve Paris sevgisini (özellikle yağmur altında) ;) anlatıyor diyebiliriz.


Lütfen şu konuda hemfikir olalım. Bu filmde başrol  Paris'in kendisinde. Eminim ki Woody'nin bu filminden sonra Paris'e turist akını olacaktır. Bence bizim muhterem kültür bakanımızda mutlaka Woody'ye İstanbul arka planlı şöyle güzelinden bir film  yaptırmalı derim.

Başrol oyuncusu hakkında biraz bilgi verdikten sonra :) gelelim diğer başrol oyuncularına. Owen Wilson genelde komedi filmlerinden görmeye alıştığımız bir sima olmasına rağmen (Wedding Crushers) bu filmde kafası karışık ve sevimli Amerikalı yazar rolüne cuk oturuyor. Rachel McAdams ise gıcık (ve yine Amerikalı) nişanlı rolünün hakkını fazlasıyla veriyor. Marion Cotillard (Inception) ise masum ve duru güzelliğiyle kısa kısa olmasına rağmen filme damgasını vurmakta.



Burada değinmeden geçemeyeceğim, yan rollerde müthiş bir zenginlik mevcut. Bizim kısa zaman önce gerçekleştirdiğimiz İspanya seyahati sebebiyle mi bilemiyorum ama ben en çok Salvador Dali'yi oynayan Adrian Brody'i ve Hemingway'i oynayan Corey Stoll'un (Salt) oyunculuklarını çok beğendim. Ayrıca Martin Sheen, Carla Bruni, Tom Hiddleston (Thor filmindeki  Loki), Kathy Bates'in katkıları da filme çok büyük bir fayda sağlıyor.


Bunun yanı sıra filmin bariz bir eksiğini, gediğini bulamadım. Film yoğun karakter sayısına rağmen konuyu saptırmadan ve sorularına cevap vererek tutarlı bir biçimde ilerliyor. Fazla sulu bir komedi seviyesi de mevcut değil dolayısıyla karşınıza uzun süre hatırlayacağınız ve sizin beyninizin kıvrımlarını okşayarak görselliğe doyuran tatminkar bir film çıkıyor.




Toparlamak gerekirse, Paris'e seyahat pahalı geliyorsa iki saatliğine hem günümüz hemde 1920'lerin Paris'ine bir sinema bileti fiyatına bu film sayesinde seyahat edebilirsiniz.

IMDb Notu: 8,1
İzle ve Yorumla Notu: 8,5
Bunu seven bunu da sevdi: Vicky Cristina Barcelona

30 Eylül 2011

Green Lantern


Hafta sonu önce Thor ardından da Green Lantern filmlerini izlediğimi yazmıştım daha önce. İki rakip çizgi roman şirketinin iki filmi, yapı olarak birbirlerine benzerlik göstermektedir. Vaktiniz varsa önce buraya tıklayarak Thor ile ilgili incelememizi okumanızı tavsiye ederiz.

Green Lantern DC Comics’in aynı isimli çizgi romanından uyarlama bir film. Yönetmeni Martin Campbell, Başrollerde Blade: Trinity’den beri hastası olduğumuz Ryan Reynolds, Gossip Girl’den tanıdığımız ama gerek rahatsız edici tonlamaları gerekse kötü oyunculuğu sebebiyle pek hoşlanmadığımız Blake Lively ve The Shawshank Redepemtion’ın Andy Dufresne’i Tim Robbins yer alıyor. Diğer rolleri pek tutmadım o yüzden yazmıyorum bile. :)

Martin Campbell, aksiyon, heyecan içeren filmler konusunda oldukça başarılı bir yönetmen. Çok parlak ve yaratıcı değil belki ama iş görüyor en azından. Ama bu filmde aksiyon sahnelerini beğenmedim açıkçası.

Thor ile bu filmi değerlendirmemin sebebi, dediğim gibi yapı olarak birbirine benzemesi. İki asi kişilik üzerinden anlatılan iki film var karşımızda. Her iki filmde de yabancısı olduğumuz bir dünya izleyiciye tanıtılmaya çalışılıyor. Thor bu işi iyi beceriyor ama Green Lantern’de konu çok dağılmış. Thor’da anlatılan Asgard’ı benimsiyoruz, ama bu filmde anlatılan evren ya da orası her neyse gayet itici bir yer. Karakterler bi ayrı gıcık. Zaten Parallax denen şahsiyet dünyaya saldırmıyor olsaydı da bizim Lantern gidip de oraya yardım etseydi iyice sinir olacaktım.

Çok uzatmayacağım çünkü filmi çok beğenmedim, daha da fazla kötülemek istemem :) Ama bu bizim Green Lantern’in her düşündüğünü yapabiliyor olması daha iyi yansıtabilirdi filme. Daha yaratıcı, estetik, heyecanlı sahneler olabilirdi. Sonlara doğru silahlar oluşturması konusu geliştirilebilir, filmin ortasındaki helikopter kazasının olduğu sahne gibi bölümler çoğaltılabilirdi. Sonuçta sanatsal bir film değil, aksiyonu bol olan bir çizgi roman uyarlaması bekliyorduk ama olmamış. Thor olmuş ama bu olmamış. Yine de zaman kaybı değildi. Çizgi roman uyarlamalarını sevenler mutlaka izlesinler.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 6/10



28 Eylül 2011

Bridesmaids


Bu film için chick flick deniyor, bence hiç alakası yok. Afişine bakınca da öyle bir imajı var filmin ama chick flick tanımına uyan bir film değil bu. Öncelikle genç kızlara yönelik bir film değil, genç kızların yaşantısıyla ilgisi bile yok. Tamamen Sex and the City sınıfında, orta yaşın biraz altındaki bir grup kadının hikâyesi bu film. Kimlik sahibi olmayan bir grup insanın kimlik arayışı da denebilir, ya da üzerlerinde duran sosyal kimliği yaşamak zorunda hissetmeleri.

Filmle ilgili doğru bilinen yanlışları düzeltmeye başlamışken devam edelim. Hangover’ın bayan versiyonu denmiş, o da kesinlikle doğru değil. Hangover komedi filmiydi. Bu film ise yer yer komediye yer verse de komedi filmi değil.

Bu film tam anlamıyla bir Amerikan filmi. Amerikan problemleriyle uğraşan Amerikalı bir kadının hikâyesi anlatılıyor. Erkekseniz bu filmi izlemeden önce 3-5 defa yeniden düşünün derim. Bu film sizin için en fazla “eh işte, izledim bitti” kategorisine girebilir. Ama çoğunlukla “asla geri alamayacağım iki saatim gitti” kategorisinde olacaktır. Erkek rasyoneline uymayan bir dolu kadın saçmalığı var filmde, demedi demeyin :)

Kadınlar içinse, eğer chick flick arıyorsanız bu film size göre değil. Ama kadınların birbiri arasındaki ilişkiler, orta yaş bunalımları gibi aslında görmezden gelinen ama önemli konuların işlendiği filmleri seviyorsanız bu film tam size göre.

Filmin kategorisini belirledikten sonra biraz üzerinde yorum yapalım. Filmin ilk yarısında çok sıkıldım, çok uzun ve sıkıcı sahneler vardı. Birbirinin elinden 20 kere mikrofonu alıp konuştukları sahnede resmen bayıldım sıkıntıdan. İki seferden sonra amacını doldurmuş bir sahneyi bu kadar uzatmaya gerek yoktu bence. Ne kadar kötü olursa olsun, filmleri yarıda bırakmayı sevmem, çok da nadirdir yarım bıraktığım film. Bu filme devam etmek istemedim, ama ettim. İlk bir saatten sonra film biraz daha toparlandı, çünkü anlatılmak istenen konu bu kısımdaydı ve muhtemelen yönetmen bu bölümleri zorlama olmadan çektiği için daha akıcıydı.

Film bana çok komik gelmedi, kimileri komik bulabilir bazı sahneleri, ben çoğu yeri komik bulmadım. Şişko kızın sahneleri fena değildi ve filmin sonunda polisin yaptığı bir espri bence filmin en iyi esprisiydi :)

Sonuç olarak, ben izlediğime pişman değilim ama izlemeden önce sizi neyin beklediğini bilirseniz film sonunda pişmanlık yaşamazsınız :)

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 5/10


26 Eylül 2011

Thor


Yaz bitti, tembellik de onunla beraber gider diyordum ama öyle olmadı. Film izlemeye hızlı bir başlangıç yapamasam da yavaş yavaş filmlere ve dizilere başlamanın verdiği bir huzur var içimde :) Hafta içinde John Carpenter’ın “The Ward” isimli filmini izledim, fena değildi ama korku filmi hayranı olmadığımı artık cümle âlem biliyor. O yüzden bu filmi burada yorumlamayacağım. Haftasonu Mentalist’in 4. sezon ilk bölümünü izledim, uzun bir aradan sonra o kadar güzel ama bir o kadar da kısa geldi, doyamadım izlemeye. İlk fırsatta dizi hakkındaki görüşlerimi de paylaşacağım buradan.

Hafta sonu iki rakip çizgi roman firmasının iki filmini izledim; Thor ve Green Lantern. Bu yazıda Thor ile ilgili düşüncelerime yer vereceğim.

Filmin başrollerinde Chris Hemsworth, Natalie Portman, Stellan Skarsgård ve Anthony Hopkins yer alıyor. Natalie Portman filmdeki bence sürpriz isim. Bu tarz filmlerde karakter rolleri hariç kariyerli oyuncu görmek pek mümkün olmuyor. Sürpriz olmuş ama filme pek de bir şey katamamış sanırım. Gerçi çizgi roman uyarlaması filmlerde pek derinlik olmaz, o da sanırım akıntıyla beraber yol alayım demiştir. :)

Film, bize önce çizgi romanın doğasını anlatmaya çalışıyor. Thor kimdir? Nerden gelmektedir? Onların yaşadığı evrende nasıl bir düzen kuruludur gibi sorulara yanıt vermeye çalışıyor film. İskandinav mitolojisinin öğelerini barındırması itibariyle film ilgi çekici, o yüzden sıkılmadım ben izlerken. Mitoloji ile çizgi roman dünyası arasındaki denge çok iyi sağlanmış Sadece Thor’un asi, söz dinlemez tavırlar sergilediği bölümlerdeki oyunculuğunu ve kurguyu hiç beğenmedim, çok yapay durdu bana göre.

Anthony Hopkins, rolü seçmesindeki en önemli etkenin baba-oğul ve kardeşler arasında geçen ilişki olduğunu söylemiş, konudan daha çok bu ilginç geldi bana demiş. Zaten filmin merkezinde de iki kardeşin taht kavgasından öte 5 yaşındaki çocukların yaptığı gibi sen mi, ben mi kavgası oturuyor.

Filmde konu dağılmıyor, kendi içinde oldukça tutarlı bir film. Saçmalama kesinlikle yok. Komedi unsurlarına az olmakla birlikte yer verilmiş. Özellikle Thor’un “pet shop”a girip de at istiyorum demesi beni kırdı geçirdi.

Görsel açıdan bir yenilik göremedim ben, ama zayıf olduğunu da söyleyemem. Gerçi Asgard'da geçen sahnelerde sanat yönetmeni iyi iş çıkarmış, görsellik gayet güzel ve yapay durmuyor. İzlerken insanı yormayan, eğlenceli, bilgilendirici ve eğer çekilecekse diğer Thor filmleri için güzel altyapı oluşturabilecek bir film çıkmış ortaya. Tabi tüm yorumlarımı çizgi romanı okumamış birisi olarak yaptığımı da belirtmeliyim. Çizgi roman uyarlamalarını çok severim ama :)

Ayrıca filmin jeneriğinin sonundaki sahneyi de izlemenizi öneririm, zira 2012'de gösterime girecek olan ve bin türlü çizgi roman karakterini içinde barındıracak olan The Avengers filmi için kısa bir sahne konulmuş. :)

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 7,5/10


24 Eylül 2011

Friends with Benefits


Bir sine kritikte daha beraberiz sevgili izleyici. Bu yorumu Cannes'ta ki evimde pipomu içerek yazıyorum "Eduardo bana şarap getir evladım" . Neyse şaka bir yana ortada keyifli vakit geçireceğiniz ve tam bir "izle,unut" kategorisine sokabileceğimiz bir film var.

Bu filmin diğerlerinden farkı fuck buddy'lik müessesesini gayet keyifli ve güzel bir biçimde işlemesi (evet konu bu) ve Justin Timberlake ve Mila Kunis ikilisinin kimyaları tutan bir ikili oluşturması.


Senaryoda pek zeka belirtisi görmesemde arada yapılan güzel esprilerin "here comes the tornado"  (American Pie izleyenler hatırlar) :) ve Alzheimer konusunun filme yedirilmesinin filme biraz daha sağlamlık kazandırdığı kesin. Ayrıca filmin keyifle izlenmesinin bir başka sebebide yardımcı oyuncu kadrosunun çok sağlam olması bence (Jenna Elfman, Woody Harrelson, Richard Jenkins, Shaun White, Patricia Clarkson).

Uzun lafın kısası benzerleri bulunsada (Bu sene benzer konulu 3'ncü film) yinede keyif veren bir film söz konusu. İzleyin Pişman olmazsınız.


Bunu beğenen bunu da beğendi: No Strings Attached
IMDB Puanı: 6.7
İzle ve Yorumla Puanı: 7.5

14 Ağustos 2011

Horrible Bosses

Dün imdb ve  ekşi sözlükteki yorumlara güvenerek Horrible Bosses filmine gittim. Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki  Film kendisinden beklediğimi (sınırsız bir kahkaya tufanı ve güzel bir senaryo) bana fazlasıyla verdi. Eminim ki sizde izlerken kendi patronunuzu ve ona yapmayı hayal ettiğiniz şeyleri zaman zaman bu filmde göreceksizin.

Patronlar yakasında psikopat,sadist ve Nick’in terfi edeceğinii düşünerek katlandığı Dave Harken (Kevin Spacey) , vefat eden patronun (Donald Sutherland)  oğlu ve sonradan Kurt’un patronu olan  tam bir fırlama  Bobby Pellitt (Colin Farrell) son olarakta Dale’in patronu seks manyağı, seksi dişçi ve tacizci Dr. Julia Harris (Jennifer Aniston) bulunmakta. Buarada Nick’in Dale’e dediği gibi  “Seninki gerçekten okadar kötü görünmüyor" lafını hatırlatmak istiyorum J.

Film hepside farklı işlerde çalışan ve patronlarıyla sıkıntı yaşayan üç kafadarın  (Nick, Dale, Kurt) artık olanlara tahamül edememesi sebebiyle anlaşıp  hayatlarını zindan eden bu üç patrondan kurtulmak için plan yapmaları ve uygulamaya çalışırken başlarına gelenler ile ilgili.

Özellikle Dale’in yaptığı plan (wet job J) başarıya ulaşmayınca en sonunda  belalı bir bar’a gidip Motherfucker Jones J  (Jamie Foxx) ile tanışmaları ve en sonunda hepsinin birbirinin patronunu öldürmeleri konsunda anlaşmalarıyla olaylar gelişmekte.


Burada özellikle oyuncuların uyumuna ve senaryoya dikkat çekmek istiyorum. Film aslında hepimizin zaman zaman başına gelen mobbing  olaylarını ve çalışanların ellerine düştüklerinde patronlarına yapmak istediklerini gayet güzel (ve sansürsüz) bir dille anlatmakta çok başarılı.

Oyuncuların kimyasının tutması biryana filmin sonunda çekim hatalarını gösterirken gerçekten nekadar eğlendiklerinede tanık oluyorsunuz. Son olarak bu yaz bu filmi kaçırırsanız çok üzülürsünüz diyor ve size iyi seyirler diliyorum.

Bunu beğenen bunuda beğendi: Office Space, The Hangover
IMDb Puanı: 7,5
İzle ve Yorumla Puanı: 8,5

5 Ağustos 2011

The Man From Nowhere - Ajeossi

Hollywood sinemasının sıklıkla yeniden çevirimler, basit senaryolar ve özel efektler ile haşır neşir olduğu son 10-15 senelik dönemde can sıkıntısından ve izlediğim her hollywood filminin sonunu çıkartacak hale geldiğimden artık başka ülkelerin film kültürlerine ilgi duymaktaydım. Old boy ile başlayan Güney Kore sineması tecrübem (herkesin aksine pek de beğenmemiştim açıkçası) ekşi sözlükte The Man From Nowhere’in ismine rastlamam ve IMDb’den yüksek puan aldığını görmemle seyir değiştirdi.
Filmi izlemeye başladığımda 120 dk.’lık süresiyle hem ilgimi çekmiş hem de beni eğer kötü bir film (göreceli bir kavram tabii ki) çıkarsa nasıl sabredeceğim diye beni derin düşüncelere sevk etmişti. Malum hızın artık çok önem kazandıgı günümüzde pek az insanın 2 ya da 3 saatlik filmlere tahamülü kalmış durumda (evet eleştirimizi de aradan çıkardık böylece).
Filmin orjinal ismi “Ajeossi”  Güney Kore dilinde bizdeki abi, amca veya yerine göre bayım şeklinde çevirebileceğimiz bir anlama sahip. Nitekim film içinde bu sözcüğü bayağı sıklıkla duyuyorsunuz. 
Film bize karakterlerini yavaş yavaş tanıtırken bir taraftanda olay örgüsünü gayet becerikli bir şekilde kurmaya başlıyor. Aslında filmi yaklaşık yarısına kadar olayları ve karakterleri sindire sindire anlatırken ikinci yarısında gayet hızlı bir tempo ile aksiyona geçiş yapıyor.
Filmimizin ana karakteri hernekadar bize ilk tanıtılan karakter olmasada  Cha Tae-sik (yani Ajeossi) isimli küçük bir rehin dükkanı işleten kendi kabuğuna çekilmiş uzun saçlı ve siyah rengi seven esas oğlanımız.
İkinci en önemli karakterimiz uyuşturucu bağımlısı ve striptizci olan annesiyle yaşayan    So-mi  karakterini de unutmamamız lazım. Annesi olmadıgında boş gezen, etraftan ufak şeyler aşıran ve arada sırada Cha Tae-sik ile takılan So-Mi her insanın baktığında içini ısıtan, masum ama hayatın zorluklarına karsı ayakta durmaya çalışan küçük bir kız çocuğu.
Terazinin diğer tarafında da Güney Kore’de faaliyet gösteren Çin uyuşturucu ve organ mafyası,  mafyanın tetikçisi ve son olarak polis yeralmakta.
Bu karakterlerin oluşturduğu üçgende yaşanan ve So-Mi’nin çalınan uyuşturucu için kaçırılması ile gelişen olaylar ise filmin konusunu gayet sağlam bir şekilde oluşturmakta. Normalde amerikan filmlerinde klasik bir şekilde sadece uyuşturucu ile bağlanan konuya organ mafyasıyla kısmınında katılması senaryoyu gerçekten zenginleştirmiş. 
Pek çoğumunuz filmi izlediğinde  "aaa ne var ki bu film tam Leon, Kill Bill veya Bourne serisi gibi bir film" diyebilir. Fakat filmin belkide tüm bu filmden esinlemeleri  müthiş oyunculuklar,  zengin senaryo, yerinde kullanılan efektler ve bizim için fark yaratan Güney Kore ortamının  (New York’ta çekilmediği için teşekkürler Tanrım) etkisiyle tam bir görsel şölene dönüştürüyor.
Filmin görüntü yönetmenliği ise ayrı bir taktir konusu gerek renklerin kullanımı (film genelde karanlık) gerekse camdan aktörle birlikte atlama sahnesinde ki orjinalliği ile gerçekten kendini izlettiriyor.
Filmde özellikle taxi driver’dan da esinlenilmiş bir sahne (ayna ve saç kazıma sahnesi) görmek beni tebessüm ettirmedi değil. Dikkatli izleyiciler eminim ki çok daha fazla sahne yakalayacaklardır.
Son olarak şunu söylemek isterim ki bu kadar çok hollywood esintisi taşıyan fakat kendi özünü kaybetmeyen bir film görmek gerçek sinema severler için bana göre bir kase nutella yemekle eşdeğer bir mutluluk sağlıyor. :) Eğer siz de artık klişe formüllerin uygulandığı filmlerden sıkılmışsanız ve değişiklik arıyorsanız bu film sizin filminizdir.
Akılda Kalan Replikler: 
He didn’t flinch (Gözünü bile kırpmadı).
The ones that live for tomorrow, get fucked by the ones living for today. I only live for today. (Bunu Türkçeye çevirmemek daha iyi sanırım :)
Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 9,5/10

20 Temmuz 2011

Transformers: Dark of the Moon

Transformers serisinin son ürünü olan Transformers: Dark of the Moon’u izleyeli 2 hafta oldu ama dediğim gibi yaz rehaveti insanı ister istemez tembelleştiriyor. Yazmaya anca fırsat bulabildim. Filmin oyuncularından yönetmeninden bahsetmeye gerek yok sanırım, zaten konu Transformers olunca kim oynasa bi yere kadar kabulümüzdür. :)

Böyle dedik ama serinin 2. filmi gerçekten çok kötüydü. Ortalıkta avanak avanak gezen bi dolu küçük robot, Sam’in sinir bozucu ailesi gibi bi dolu rahatsız edici unsur vardı bir önceki filmde. Aksiyon yerindeydi elbette ama bu dediğim unsurlar filmden çok şeyi götürüyordu. Son filmde böyle şeyleri görmedik, çok da memnun olduk. Aksiyona, autobotlara odaklanılmış ve süper olmuş.

Filmi RealD 3D ile izledim, daha önce Karayip Korsanları’nda 3D’nin nasıl batırıldığından bahsetmiştim. Sanırım bunun en büyük sebebi, Karayip Korsanlarının normal kamerayla çekilip daha sonra editing aşamasında 3 boyutlu versiyona çevrilmesinden kaynaklandı. Transformers’da ise filmin büyük bölümü 3 boyutlu kameralarla çekilmiş, bu yüzden de birçok sahnede 3 boyut farkını görebiliyoruz. Teknik açıdan da diğer iki filmin çok ötesine geçmiş bu film.

Transformers çizgi filmlerini izlemiş olanlar için Autobotların araçken robota dönüşme sahneleri en heyecanlı sahnelerdir. İlk 2 filmde bu tip sahneler çok hızlı geçilmiş ve hep beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Muhtemelen teknik eksiklikler dolayısıyla diğer filmlerde göremediğimiz detay ve dönüşüm anındaki yavaşlık bu filmde birçok sahnede görülebiliyordu. Özellikle son 45 dakika; aksiyonun hiç durmadığı, 3 boyutlu en güzel sahnelerin olduğu ve efekt açısından da oldukça verimli bir 45 dakika olmuş. Bi yerlerde filmin son aksiyon bölümünün çok uzun olduğunu ve izleyiciyi sıktığını okumuştum. Aksiyon ve Transformers seven biri için asla sıkıcı olmaz böyle şeyler, kim yazdıysa biraz fazla subjektif olmuş söyledikleri.

İzlemeyen kaldıysa ve serinin diğer filmlerini biraz olsun sevdiyseniz bunu da mutlaka seversiniz. İlk filmin biraz gerisinde olduğunu düşünüyorum ama ikinci filmden çok daha iyi olduğu kesin. Filmin bir diğer sürprizi de Fringe dizisinden William Bell’in (ya da Star Trek’in Mr. Spock’ı) sesiyle filmde yer almasıydı.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 8,5/10



Source Code

Uzun bir aranın ardından yeni bir film incelemesi ile karşınızdayız. Hem yaz aylarının getirdiği rehavet hem de bu dönemde yeniden izlemeye başladığım Friends dizisi sebebiyle film izlemeye pek fırsat bulamamam yazmamı engelledi. Dün Source Code isimli, Türkçeye Yaşam Şifresi adıyla çevrilen filmi izledim. Verilen uzun aranın ardından yazma isteğinin yanısıra filmi de oldukça beğendiğim için kısa bir şeyler yazmak istedim.

Önce film hakkında kısa 1-2 bilgi verelim. Filmin başrollerinde Jake Gyllenhaal, Michelle Monaghan ve Vera Farmiga yer alıyor. Nedense bu Michelle Monaghan’ı bi türlü sevemedim ben, sadece bu filme özel değil genel olarak beğenmiyorum. Bu filmde de olmamış, herkes rolü kadarını oynar elbette ama o kısımlarda da çok basit kalmış. Filmin yönetmeni Duncan Jones. Moon filminden sonra ikinci filmi bu. Moon gerçekten çok kaliteli bir filmdi. Zaten hem yönetmen, hem Jake Gyllenhaal sebebiyle hem de yüksek IMDb puanı sebebiyle filmden beklentim oldukça yüksekti.

Film çok hızlı başlıyor ve sürekli aynı tempoda devam ediyor. Boş yazılmış sahneler yok denecek kadar az, her diyalog anlamlı, her hareket bir şeye işaret ediyor. Bu sebeple film çok uzun değil ve izlerken zamanın nasıl geçtiğini kesinlikle anlamıyorsunuz. Sürekli merak duymanın yanısıra Jake Gyllenhaal’ın oynadığı Colter Stevens karakterini tanıyoruz yavaş yavaş, yan öğelerde hiç derinlik olmamasına rağmen Colter’ın hayatını öğreniyoruz, düşüncelerine, duygularına tanık oluyoruz ve biz de onunla birlikte dalıyoruz trenin içine.

Son zamanlarda izlediğim en derinlikli en güzel yazılmış gerilim filmlerinden birini izledim. Klişe yok denecek kadar azdı. Ayrıca izleyiciyi şok edeyim diye sonu berbat edilen bir dolu film izlemişken bu filmde böyle şeyler de olmuyor. Belki futbol takımlarında teknik direktör her şey demek değil ama bir filmde yönetmen her şey demek, bu filmde de bunu gördük. Bu senaryonun Dominic Sena tarafından filme alındığını bir düşünün ne demek istediğim o zaman daha iyi anlaşılır sanırım :)

Sonuç olarak elimizde iyi yazılmış, heyecan dolu, izleyeni sıkmayan ve filmin içine hapseden bir film var. İyi seyirler.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 8,5/10


29 Haziran 2011

Das Experiment

Alman sinemasının tüm Avrupa (ve hatta dünya) sinemaları arasında özel bir yeri olduğunu düşünüyorum. Bu güne kadar getirdiği popüler -olabilmiş- ya da geri planda kamış bir çok filmin de anavatanı. Şöyle bir bakarsak Lola rennt gibi bir kurgunun, oyunculuğun, Der Untergang gibi Hollywood'a adeta "olayları bizim gözümüzden de bir görün" mesajını çok güzel verebilen, Das Leben der Andern ile bölünmüş Almanya'yı tüm çıplaklığı ile gözler önüne seren bir sinema.

Alman sinemasının son zamanlardaki en iyi yapımlarından biri de 2001 yapımı Das Experiment. Başrolde Lola rennt'in Manni'si Moritz Bleibtreu'yu görüyoruz. Film baskı altında insan psikolojisini test etmek isteyen bir grup bilim adamının ve deneklerinin 2 haftalık bir hücre deneyimini anlatıyor. Filmin yaşanmış bir olaydan esinlenerek yazılmış olmasını da not etmekte fayda var. Deneyin bir parçası olarak grubun bir bölümü gardiyan, geri kalanlar ise mahkum rolü ile "yapay hapishane"ye yerleştirilir. Zamanla iktidarın verdiği güç ile önce gardiyanlar yoldan çıkıyor.

İktidar Olmanın Dayanılmaz Hafifliği

Filmin can alıcı mesajlarından biri de iktidar aşkı ve otoriteye saygı. Eline güç geçen bir grup insan daha önceden hiç tanımadıkları, kişisel bir sorunları olmadığı insanlara şiddet uygulamaktan sakınmıyorlar. Aynı zamanda otoritenin emirlerine de sorgusuz bir şekilde boyun eğmekte bir beis görmüyor. Filmin bir bölümünde fizyolojik sorunları nedeni ile süt içemeyeceğini belirten mahkuma yapılanları buraya örnek olarak yazabiliriz.Deneyin kontrolden çıktığı an ise Denek No 77'nin kameralardan kaçırılarak işkence edildiği an. İşte tam da buradan sonra şiddetin dozu giderek artıyor, gerek denekler gerekse gardiyanlar artık rollerini öylesine benimsiyor ki sağduyu ve realite kavramlarını tamamen kaybediyorlar.

Kaybolan Kimlikler

Denekler yapay hapishaneye girdikleri andan itibaren kendi adlarını bırakıyor ve kendilerine atanmış numaralar ile birbirlerine hitap ediyorlar. Bunun yanında "otorite sahibi" gardiyanlara da "Bay Hapishane Gardiyanı" demeleri gerekiyor. Daha önce de belirttiğim gibi bir insandan adını almak onun kimliğini çalmaktır, onları tek tip giydirip numaralar ile çağırmak onun tüm geçmişini ve kişiliğini yok saymaktır. Bu kimlik kaybını en iyi anlatan cümle ise filmdeki şu cümleler;

                    Gardiyanı oynamıyorsunuz,

                    gardiyansınız.

Filmin son 20 dakikası ise aksiyon/gerilim ile şiddet pornosu arasında gidip geliyor. Ve bu şiddet o kadar içine çekiyor ki izleyiciyi, rahatsızlık duysak dahi bir sonraki karede neler göreceğimizi merak etmekten de kendimizi alamıyoruz. Şiddet ve yaşama azminin bir anda birleşip tavan yaptığı an ise Numara 77 ve "Bay Hapishane Gardiyanı" Berus arasındaki son sahneler.

Özetlemek gerekirse Alman sinemasını tanımak isteyenler, psikolojik ve fiziksel şiddetten rahatsız olmayacak psikolojik/gerilim türünü sevenler için biçilmiş kaftan.



28 Haziran 2011

Sucker Punch

Geçenlerde Sucker Punch isimli filmi izledim. İzlemeden önce filmin ne fragmanını izledim ne de konusundan haberim vardı. Sadece afişi ve filmin adı hoşuma gitmişti.

Bu film belki de hayatımda izlediğim en güzel açılış sahnesine sahip. İlk 10 dakikada filmde yaşanacak olayların temelinde neler olduğunu anlamamız adına kısa bir özet geçiliyor ve o kadar güzel çekilmiş ve sahnelenmiş ki hayran olmamak elde değil. Renkler, sahne tasarımı gerçekten muhteşemdi.

Film fantastik öğeleri ve dramı çok iyi kurgulamış bence. Araya aptalca açıklamalar da sıkıştırılmamış ki bu tip her şeyi açıklamaya çalışan filmler çoğunlukla kötü gişe filmleri ya da aptal genç filmleri oluyor. Bu film kesinlikle bu kategorilerin çok ötesinde. Elbette bazı eksiklikler de yok değil filmde. Filmdeki tonlar genellikle Matrix’i andırıyor, 1-2 öğe daha vardı Matrixvari duran ama şimdi hatırlayamadım bi türlü. Ayrıca yaratıklar da biraz Yüzüklerin Efendisi’ni hatırlatıyor. Oralardan çalmışlardır demiyorum ama böyle çağrışımlar olabileceğinin düşünülmesi gerekirdi. Matrix ortamı filme gayet güzel oturmuş ama fantastik öğeler biraz eksik kalmış gibi sanki. Ayrıca efektler biraz zayıf kalmış. Az olduğu için değil ama bazı sahnelerde fantastik öğelerin bir animasyon gibi durması beni rahatsız etti. Biraz daha paraya kıyılıp daha iyi efektler elde edilseymiş film dünyasındaki yeri daha sağlam olurmuş gibime geliyor.

Filmin yönetmeni Zack Snyder. Daha önce Watchmen ve 300 gibi filmlerden hatırlarız kendisini ve oldukça da severiz. Özellikle Watchmen’ı çok severim. Sucker Punch filminin bir diğer zayıf tarafı da fantastik öğeler filmin konusunun üzerine geçmiş biraz. Bence daha iyi bir kurguyla bunları dengelemek mümkündü.

Son bir şey daha; bu film de Machete gibi bir orta karar film değil. Bu filmi ya seversiniz ya nefret edersiniz. Fantastik filmleri sevenler bu filmi mutlaka severler, bunun dışındakiler için kesin bir şey söylemek mümkün değil.

Bu film için İzle ve Yorumla puanı: 7,5/10


14 Haziran 2011

LOST: Yorumlar

Lost dizisiyle ilgili Abbas Ustaoğlu isimli izleyicimizle aramızda geçen bazı yorumları çok beğendiğimiz için ana sayfamızdan herkesle paylaşmak istedik. İtalik yazılar Abbas Ustaoğlu'na aittir.
Lost'un bitmesiniin ardından diziyle ilgili yapılan olumsuz eleştirilerin odak noktası haline gelen "herşeyi açıklamayan finali" benim için senaristin yorumuyla daha anlamlı hale geliyor. Lost aslında bize ne anlatıyor sorusunun cevabının temeline insanı koyan bu yorum Lost'un nasıl bu nitelikte bir kaliteyle kitlelere ilham veren bir dizi olduğunu gayet iyi ortaya koyuyor.
Aynı ellerden çıkan benzer argümanlara dayanan Fringe gibi bazı bilimsel verilere dayanan ama ispatlanabilirlikten uzak kurgusal bir son uydurmakla bazı izleyenlerini muhakkak rahatlatabilecekken bu şekilde bir yorumlamayla sonlandırılması dizinin ruhuna bence çok daha uygun olmuştur.
Kısmen katılıyorum söylediklerinize. Aklın sınırlarını zorlayan abuk bir final yerine böylesi bir final daha yerinde olmuş, o konuda haklısınız.

Ancak, benim beğenmediğim kısım, finalde herşeyin açıklanmaması değil. Senaristlerin yaptığı açıklamalarla dizinin sonunun uyuşmamasıdır. Yoksa dizinin final bölümünü gayet başarılı buldum. Desmond'un herkesi bir araya getirmesi, oradaki hikaye bence çok güzeldi.

Fringe ise Lost ile aynı kategoride değil bence, Lost hafif bilimkurgu olabilir ama Fringe tam anlamıyla bir bilim kurgu dizisi. Bu dönemde bilim kurgu dizisi değil filmini bile bulmak oldukça zorken, Fringe'ın varlığından ben memnunum açıkçası :) Bazı bölümler çok abartı, ona katılıyorum.
Fringe ve Lost'u aynı kategoriye almamak konusundaki görüşünüze tamamen katılıyorum. Benim o noktada anlatmaya çalıştığım, günümüzün popüler konularından quantum fiziği üzerinden senaryo yazılması hususundaki benzerlikleriydi. Fringe ilgiyle 3 sezon takip ettiğim bir dizi oldu ki bilim kurgu noktasında çok sınırlı olan yapımların içinde nadir başarılı bulduğum bir çalışmadır bana göre.

Lost'a geri dönersek, bütün dünyada milyonlarca insana hitap eden büyük ticari başarı yakalamış bir dizi olması bağlamında bakarsak, Lost'u yaratan ve bugunlere getiren insanlar yayınlandığı dönemki konjonkturel etkilerden ister istemez nasiplerini almışlardır. Lost'un finalinin ardından bir süre sonra yayınlanan Benjamin Linus eksenli ilave bölüm ile görülen (DVDler), bu ticari başarının nimetlerinden uzun vadeli olarak yararlanma konusunda açık bir kapı bırakıyor intibası uyandırmaktadır. Bugun için bile her ne kadar sonlanmış olduğu kabul görse de yayınlandığı dönem aralarında ilgiyi sıcak tutmak gayesiyle kısa kısa verilen ''mobisodes'' lar örneğinde görülen mantıkla geriye dönük eklemeler yapılarak istenen tüm sorulara cevap verme seçeneği oldugunuda göz ardı etmemek. Gönül ister ki Lost yayınlanmaya bir şekilde devam etsin ve biz yine aynı heyecanı duyalım.
Aslında Benjamin Linus'ın kutup ayılarını açıkladığı kısa bölümün ardından bunun gibi birkaç bölüm daha gelir diyordum ama henüz gelmedi, bakalım belki de ileride filmi yapılır kim bilir. Dediğiniz gibi keşke devam etseydi de izleyebilseydik.

Sanırım final ne şekilde yapılırsa yapılsın birçoklarını memnun etmeyecekti. Belki de bazı şeylerin izleyenlerin yaratıcılığına, hayal gücüne ve dizi boyunca hissedilenlere bırakılması en doğrusu oldu.

Fringe ile ilgili olarak da, ABD'de izleyici sayısı son sezonda baya bi düşmüş, umarım iptal edilmez.


Fringe 4. sezon anlaşmasını imzaladı şeklinde haberler söylenti şeklinde dolaşıyor, umuyorum ki aslı vardır ve biz ilk 2 sezondaki tadı bulamasak da Walther Bishop'tan mahrum kalmayız.
Lost'la ilgili bir ekleme yapmak istiyorum. Yapım kalitesi oyunculuklar kurgu mekan kostüm seçimi vesaire konulardaki durumu ayrıca konuşulabilir olmakla birlikte bunlardan ayrı tutarak lostla ilgili en başarılı bulduğum nokta, karakterler üzerinden günümüz modern toplumundaki insani problemlere ayna tutabilmesindeki başarısıdır heralde. Karakterle tamamen özdeşleşmeye bile gerek kalmadan onların insani durumlarını ve duygusal açılımlarını içselleştirebilmeye bu kadar güzel imkan vermeyi başaraabilmiş başka bir yapım ilk etapta aklıma gelmiyor.
Lost konusundaki sözlerinize katılıyorum, ama birşeyi eklemeden geçemeyeceğim. Lost'ta herşeyin bir anlamı vardı, yani herşey ya bir mitolojik olayla/kişiyle ya da tarihte önemli yer edinmiş kişiliklerle bağlantılıydı. Sahilde bulunan yıkılmış heykel, Dharma'nın istasyonları, John Locke ve daha bi dolu gönderme var dizide, bu açıdan bile çok önemli bir yere sahip benim için.

Fringe konusunda ben de umutluyum, zira iptal edilecek olsaydı şimdiye kadar haberleri gelirdi diye düşünüyorum. Bakalım bekleyip görücez.
İktisatta Ceteris Paribus şeklinde bir tabir vardır. Olaya etki eden faktörlerden yalnızca bir tanesinin o olaya yaptığı etkiyi gözlemlemek için etkisi incelenen faktör dışındaki tüm faktörler incelemeyi kolaylaştırmak amacıyla etkisiz yada yok farzedilir.
Benim yaptığım yorumda diğer konuların etkisini bir an için görmezden gelerek anlatmaya çalıştığımı daha iyi açıklamaya çalışmaktı.
Lost'un tarihsel ve mitolojik öğelere yer vermesi, göndermelerde bulunması hatta hatta bir dönem olayın çıkış noktası olarak Eski Mısır'ı göstermesi kuşkusuz beni de çok heyecanlandırdı. Lost'u takip eden kitle içersinde bir kesim bu tip referanslar verilmesinden hareketle Lost'un hikayesinin bir şekilde tarihsel-mitolojik bir eksene bağlanabileceğini öngördü ki ben de kısmen bu kitleye dahildim.
Sonuç olarak Lost'un insanlığın ortak kültürel mirasını ve inançlar sistemini (tek tanrılı çok tanrılı) senaryoya aktif şekilde dahil etmesi diziden alınan keyfi arttırması kadar her dinden ırktan insana hitap edebilmesine de imkan verdi.
Aslında bence bu bağlamda Lost adası yaşadığımız dünyanın micro düzeyde bir yansıması olarak da görülebilir.
Küreselleşme olgusunun giderek tüm dünyayı etkisi altına alarak vazgeçilemez bir olgu haline geldiği günümüzde farklı kültürlerin bir arada beraber yaşamasının güzel bir örneğini vermektedir. 
Abbas Ustaoğlu'nun son söyledikleri diziyi belki de en iyi anlatan cümleler. Bunların üzerine başka birşey eklemeye gerek görmüyorum. Bu yorumlar yapıldığı sırada Fringe'in akıbeti henüz belli değildi, ancak o dönemlerde yapılan bir açıklamada Fringe için 4. sezonda anlaşıldığı belirtilmişti. Sabırsızlıkla bekliyoruz.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...